KASABALI OLMAK

Son yıllarda çok sık duyar olduk, bir sahil kasabasına yerleşme isteği ya da hayali.

Peki bu istek bir kaçış mı?

Yorgunluk mu?

Cazibeye kapılmak mı?

Hangi cazibeye? Kasaba cazibesine mi?

Nesi cazip kasabanın acaba? Dışarıdan mı öyle görünüyor? Yoksa kasabalılar da bu cazibenin büyüsüyle mi yaşıyor?

On adımda bir tanıdığa rastlayıp ayaküstü sohbet etmek, şehirlilerin bir türlü yetişemediği zaman meselesinin tersine çay ocaklarında vakit öldürmek, kasabanın delisine selam vermek, düğünlerde halay çekmek, cenaze evlerine yemek götürmek… bunlar elbette güzel şeyler imrenilesi…

Bir de sosyologların ve entelektüellerin kasabaya bakış açısı var ki; neredeyse utanılası bir durum, ancak kasabalıların pek de umurunda değil. Efendim kasabada üretim yokmuş; köylü üretir, şehirli modern sanayi ve ticaretin yükünü çeker, kasabalı hiçbirini yapmaz. Hem sadece bu mu? Siyaseti de dedikodudan ibaretmiş ne gam…

Büyük hikayeler ya bir şehre biri gelir ya da bir şehirden biri gidince meydana gelirmiş.

O şehir olamaz, kasabadır o.

Şehre kim gelmiş kim gitmiş farkına varmaz kimse ama kasaba öyle mi ya? Biri ayrılsın kasabadan bak neler neler anlatılır bir değil kaç hikâye çıkar oradan. Hele bir de yeni birileri gelmişse ne efsaneler ne gizemli öyküler dinlersiniz.

“Halbuki dünya küçük bir kasaba… Belediye reisi var, zabıtası var, komşular var… Pencereyi açık bırakırsan biri bakar. Soyunup dökünmüşsen ayıplanırsın. Hiç alışmadıkları gibi davranırsan seni taşlarlar.” Der MİNO’NUN Siyah Gülü’nde Hüsnü Arıkan.

Aslında dünyaya baktığımızda da pek çok tarihçi, yazar, sanatçı kasabalıdır. Biz de de aynı şekilde sanatçılar, edebiyatçılar çıkmış kasabalardan. Ancak olumsuzlukların da bir o kadar yaşandığı yer olarak görülmesi üstü örtülemez bir gerçek.

“Ağlamak istersin, ağlayamazsın

Gülmek istersin gülemezsin.

Kasaba küçük, bir karanlık gün

Sonbaharda kararmış gönlünü eyleyemezsin

Ne kâğıt ne kalem ne kitap…” Turgut Uyar

Peki nedir bu “kasaba kültürü” diyerek suçlanan durum? Biraz araştırdığımda bir kasabalı olarak hiç de hoş olmayan bir şeyler görüyorum.

“Düellodan kaçınan, yüzleşmeyi sevmeyen, arkadan vuran ve pusu kuran zihniyet. Özgüven eksikliğinden beslenen, özü sözü davranışı iç tutarlılığı olmayan bir kültür. Uzlaşma yerine çatışmayı öncelemesi “ben de yok onda da olmasın” mantığını güttüğünü iyiyi örnek alma yerine, herkesin ümitsizlik ve yoksullukla eşitlenmesi gibi sakat düşüncelerle yaşadığı bir alan.” Şimdi kaçımızda bu düşüncelerin benzeri var? Hatta kaç tanesi bizi anlatıyor? Ya da var mı gerçekten?

Bu sözlerin üstüne “kasaba kültürü” sözünün acımasızlığı ve umutsuzluğu için ne söylesem boş.

Bu kültür ne zaman ve nasıl oluştu? Düzelmesini kim ister? Bir de bunlara kafa yormak gerek.

“Kasaba koloni halinde yaşayan bir hayvan gibidir. Kasabanın bir sinir sistemi, bir başı, omuzları ve ayakları vardır. Kasaba, öbür kasabalara hiç benzemeyen apayrı bir yaratıktır, öyle ki dünyada birbirine benzeyen iki kasaba bulamazsınız.” John Steinbeck

Sanırım dünyada da durum aynı…

Entelektüel ve aydın kesimin “kasaba kültürü” diyerek eleştirdiği bir topluluğun çaresini de bulamaması, sözde bulsa dahi bir türlü uygulanabilir olamaması da ayrı bir sorun.

Evet kasabada olmak, kasabada yaşamak dışarıdan bakıldığında bile bir cazibe merkezi gibi görünse de toplumsal olarak bu şekilde haklı değerlendirilmesi de üzücü.

Biz yine de kasabadan gitmek isteyenlerin de gelmek isteyenlerin de hikayelerine talibiz. Diğer sorunları sosyologlar ve aydınlar çözer diye umut ediyor, mis gibi bir sahil kasabasından herkese günaydın diyoruz…

 

 

BELEDİYELER

EKONOMİ