Hakkında

  • RAİFE AKKANAT 50 Yazı

    Tüm Yazıları
RÜYAMDA PATLAYAN BALONLARIM

Gökyüzünde acayip gürültü var bugün. Her yer ağaçlar, dağlar, kayalar kuşlarla dolu. Taaa tepelerden daha büyük kuşlar geçiyor. Uyandığımda gökyüzünü kuşların kapattığını görüyorum. Sanki aralarından güneş sızıyor. O derece kalabalıklar. Annem dışında herkes uyuyor hâlâ. Aslında ben de uyurdum da rüyamda balonlarımın patladığını görünce korkuyla uyandım. Başucumdaki balonumu baktım hemen. Onu yerinde gördüm, bi oh çektim. Gülümsedim ona. Annemle göz göze geldik. O da bana gülümsedi. “Erken daha uyusaydın” dedi. Kuşları gösterdim, “Hepsi gelmişler” dedim. “Gel” dedi bana. Kalktım. Çok soğuktu. Yanımızda duran bidonların birinden suyla yüzümü yıkadı. Koşarak gittim balonumu aldım. Taşın üzerine oturdum. “Anne” dedim.

“Kuşlar nereden geliyorlar?” yanıma gelip saçımı okşadı. “Sıcak yerlerden. Çünkü artık burada da havalar ısınıyor. Baharın müjdecisi onlar.”

“Bahar iyi bişey mi?” gözleri daldı annemin, uzaklara baktı. Duymadı sandım, yanına sokuldum iyice;

“Anne, bahar iyi bişey mi?”

“Evet” dedi.

“O zaman artık evimize dönebiliriz bizde değil mi? Tıpkı kuşlar gibi…” gülümsedi annem saçımı okşadı.

“İnşallah” dedi. Balonumu sımsıkı tuttum koşarak kuşların sesine çığlıklarla karşılık verdim. O sırada herkes uyandı. Ben balonumla koşarken diğer çocuklarda peşimden koşmaya başladı çığlık çığlığa. Karnımızın açlığını hissetmiyorduk. Kuşlara bakıp onlar kadar gürültü çıkarıyorduk. Akşama kadar yürüdük hep birlikte. Bazen herkesten öne çıkıyorduk çocuklarla, bazen taaa arkalarda kalıyorduk. Herkes çok yoruldu. Bu bahar ‘iyi bişey’ dedi annem. Belki artık biz de evimize döneriz. Belki havalar çok ısınınca dilimlenmiş karpuz da yeriz.

Karanlık olana kadar yürüdük, biz de çok yorulduk, balonum uçmasın diye anneme elime düğüm attırdım. Annemlerin elleri kolları dolu daha da çok yorgunlar. Ama burada balonlar patlamıyor kaç gündür. Hem patlamış olsa kuşlar da kaçardı. İyi ki geldiler. Başımızın üstündeler hâlâ. Kuşların gölgesi balonumun üstüne düşüyor. Balonum sayesinde bahar gelmiş biliyorum. Sevinçle sarılıyorum ona, incitmeden, patlamasın diye dikkat ediyorum. Ve burada balonlar hiç patlamıyor. Sanki bileğimde bağlı balon beni alıyor bulutları yorgan yapıyor. Şehrimde, odamda, huzurla uyuyorum.

O bulutlar yıkılmış şehirlere ağlar gibi yemyeşil yağıyorlar…

Devamı
ŞİDDETE AŞIK BİR TOPLULUK LANETLİ BİR KAVİM

İsrail çocukları katlediyor. Kadınları katlediyor. Sivillerin üzerine bombalar yağdırıyor. Hastaneleri vuruyor. Uluslararası haber kuruluşları, kendi çalışanları, İsrail’in bombalarıyla ölmesine rağmen “Bunu İsrail yaptı” diyemiyor.
Gazze’ye ölüm yağıyor…
Dünya sağır…
Dünya kör…
Dünya dilsiz…

Üç beş cılız ses dışında bir yaptırım yok…
Kundakta bebeklerin paramparça olmuş bedenlerini gördükçe, korkudan büyümüş gözlerle sağ kalmış çocukların sessiz feryatlarını duydukça, annelerin feryatları arş-ı Alâ-yı titrettikçe İsrail’e acıyacak, güzelleme yapacak değiliz. “İnsansı hayvanlar” diyerek katliamı süsleyen canileri gördükçe; kadın, çocuk, mabed, hastane demeden bilhassa bunlar üzerinden savaş suçu değil, soykırım ve katliam yapan bir ırka duyulan öfke ırkçılık da değildir.
Tam tersine; “Öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz” diyen Adolf Hitler’e hak verecek kadar öfke doluyuz. Keşke bu lanet kavmi kimse korumasaydı da bugün dünyanın başına bela olan bir kavim var olmasaydı.
Zalim ne hayatı ciddiye alıyor ne hayatın sonsuz değerli olduğunu ne insanlığı yok ettiğini. Bir kayıtsızlık, bir duyarsızlık ki tüm dünyayı sarıyor veba gibi. Suskunluğumuz bulaşıcı hastalık gibi duyarsızlıkla insanlığın sonunu getirdiğimizin farkına bile varamadan yok oluyoruz.
“Araplardan bize ne?” diyecek kadar insanlığımızı unutup, siyasetin her sahnesinde ahkâm kesen bir takım görüşlerin, bir önceki katliamdan kaçanlar için “Niye geliyorlar? Ülkelerinde kalıp savaşsınlar.” derken şimdi de Filistin için “Siz kimsiniz İsrail’le baş edecek?" diye sormaktan gocunmuyorlar. Hangi taraftan olursanız olun önce insan olun…
Batı’ya gelince;
Batı gerçekten de iki yüzlü mü? Yoksa o tarihten bu yana hep tek yüzü olan şiddete aşık bir topluluk mu? 
Hadi artık kabul edelim. Ne zaman Müslüman bir ülke için hareket ettiler? Ettiyseler de bu şiddetten başka ne oldu? Sahi biz hala Avrupa İnsan Haklarına inanıyor muyuz? 
Hafızamız mı zayıfladı? Hatırlamak mı istemiyoruz? Daha kaç yıl oldu Bosna’da yaşanan soykırım? 
“Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur” diyor Aliya İzzet Begoviç. 
Yaşanan bu katliamlar ilk değil. Son da olmayacak. İnsanlığın gözü önünde yazılan soykırımın tarihi birkaç mısrayla unutturulacak. Onlar yine dünyaya medeniyeti anlatacak. Acıyı da yaşamayı da yalnızca kendine hak gören bir toplulukla karşı karşıyayız. 
Onların dini “Din şehit ister, âsuman kurban” diyor; evet Avrupalı’nın dini. “Yahudi olarak konuşuyorum” diyen bürokratın dini. Biz de bunların konuşulması, savunulması sancılı. Siyaset sahnesinde taraflar oluşmuş.
Ez cümle; dini bir yaptırımımız yok, dua zincirinden başka. 
Ancak takdir etmek gerekir ki; basın camiamız ateş hattında tüm dünyaya gerçekleri duyuruyor. Yaptığımız tek şey bu. Muhakkak ki gurur duymamız gerekiyor.

Devamı
ANNELER GÜNÜNE OLSUN

İnsanın annesini anlatması ne zordur bilirsiniz, kelimeler yetmez çoğu zaman. Hep yazmaya çalıştım ama benimde yetmedi anlatacaklarım…

İş çıkışı yanına uğruyorum. Onunla buluştuğum an, ona dokunduğum, ellerini tuttuğum, bana mahzun bakan gözlerine bakıp, hüzünlenmemeye çalışıyorum. Her defasında zihin haritasına girmeyi başaramıyor, onunla birlikte ben de kayboluyorum.

Küçük bir kız çocuğu elindeki cam şişeyi düşürüp kırıyor. Tam bileğinden akan kanlarla ağlarken bu eller yetişiyor ve kanı durdurmaya çalışırken, korkusunu, acısını da dindirmeyi başarıyor.

Bir başka sahnede yatağın içinde ateşler içinde sayıklarken, buz gibi bir bez parçası alnına konuyor ve gördüğü kâbuslardan uyandırıyor, güvenle açıyor kıpkırmızı gözlerini, bakıyor, şimdi bulanıklaşmış o şefkatli gözlere.

Sabah soba kapağının sesiyle uyandığında; sıcacık bir sabaha kalkacağını düşünüp, başına yorganı çekiyor mutlulukla. Kuş seslerinin, sabah gürültülerinin, güneş ışıklarının, kızarmış ekmek kokularının olduğu bir sabaha.

Yine bir başka sahne; bir köy düğünü, silahlar patlıyor, küçük kız çiçekli elbisesiyle koşuyor eteklerine sarılıyor. Gelin teli takıyor saçlarına bu eller. Tek süsü bu küçük kızın sakinleşiyor, mutlulukla saçlarının arasındaki tellere dokunuyor. İki gün iki gece sürüyor düğün. Davullar, zurnalar, yeme, içme, kalabalık ortamlar, gece yarılarına kadar oturan, eğlenen insanlar.

Buz gibi bir havada kaynar suların içinde köpük köpük çamaşırları sıkan o güçlü eller, nasıl döner ki eski haline, dokunuyorum damarları gözüken incecik narin ellerine, hüzünle.

Eskisi gibi güçlü, güvenli, şefkatli, kızgın, hatta öfkeli olsun istiyorum. Saçlarını tarıyor küçük kızın. Bir türlü açılmayan, ince telli gür saçlarını, kız ağladıkça öfkeleniyor, belki de yapılacak bir sonraki yığınla işleri yetiştirememek endişesi ile.

Başka bir sahnede çok güzel bir elbiseyle kendi yaşında, kendisi gibi çok genç kadınlarla oturuyor, örgü örüyorlar, çay içiyorlar. Nasılda mutlular, kahkahaları dışarıya kadar duyuluyor. O mutlu olunca küçük kızda mutlu oluyor. Akşam eve geldiğinde uzun yollardan gelecek bir babayı bekliyorlar. Önce kokusu geliyor babanın, hasretle buram buram kokan. Koşuyorlar kardeşleriyle kapıya.

Bazılarını hatırlıyor, anlatıyor o da. Anlattıklarını hatırlıyorum ben de. Gülümseyerek bakıyoruz. Defalarca anlatılmış, defalarca tekrar hatırlanmış o anılara.

Olsun, hem ne fark eder ki; senin nefesin, senin sesin, senin elin elimde bin şükür. Zihninin zaman tünelinde defalarca kayboluyoruz. “Evime götür beni” diyor, evinde koltuğunda otururken. Hangi zamanın içinde olmak istediğini düşünüyorum. Keşke bu mümkün olsa değil mi annem? O en mutlu olduğumuz ana dönebilsek ve orada kalsak…

Çok çok gençliğinde taktığı yüzüğünü bulmuşta takmış, ellerini gösteriyor. “Ne kadar yakışmış” diyorum. Küçük bir çocuğu sever gibi. “Al senin olsun” diyor. “Yok sana yakışmış” diyorum. O benim ben onun ellerine bakıyorum. “Bak bak” diyor. “Ne kadar yaşlanmış ellerim”. Uzatıyor ellerini bana.

Sıkı sıkı tutuyor ellerimi “Ellerin üşümüş” diyor, tıpkı küçüklüğümde ısıttığı gibi ısıtıyor yine ellerimi. Gelecekteki ellerime bakıyorum. Sımsıkı tutuyorum, öpüyorum. Onun bazen günlerce aynı sahnede kalmış gözlerine bakarak, dünyanın bin türlü telaşının arasında huzur ve güven bulduğum tek adresin o olduğunu düşünerek ve yaradanın verdiği derde de şükrederek;

“Ya Rabbi’m buna da razıyız. Yeter ki canı yanmasın. Bir yeri ağrımasın…” dualarıyla, sığındığım limanıma sevgiyle sarılıyorum. Şairin sözleri geliyor aklıma “Ne cenneti merak ediyorum, ne de cehennemi; çünkü ben annemi gülerken de gördüm ağlarken de.” Anne huzurunu sevgisini bilmeyenler, cennetin yerini asla öğrenemeyecekler…

 

Devamı
YAZMASAK MI

Son günlerde yaşadıklarımızı, depremi, daha enkazı üzerimizde dururken birden çıkan siyasi çekişmeleri, masaları, gelenleri, gidenleri...

Sosyal medya üzerinden boy boy yapılan deprem ajitasyonlarının üstünden günler geçmemişken, hatta likeları devam ederken masa için yas tutanları;

Yazmasak mı?

Bu yıl başımıza gelen felaketler zincirine eklenecek kuraklığı; bir mevsimin en güzel manzarası olan kar tanelerini göremediğimizi, gördüğümüzde de ‘acaba sokakta kalan kardeşlerimiz üşürler mi?’ diyerek endişe ettiğimiz, soğuk havaların korkusuyla geçen günlerin, her birinin bir kayıp olduğunu da;

Yazmasak mı?

O kar taneleri ki; sessizliği ile büyülü, görselliği ile huzurlu ve dingin, yüzümüzü gökyüzüne kaldırdığımızda, aslında o kısacık anlarda bile ne denli mutlu olduğumuzu bize hatırlatırken, hüzünle gülümsettiğini de,

Yazmasak mı?

90 saniyede evlerini, canlarını ve tüm yaşamlarını kaybeden insanların hallerinden ibret almamayı, sokakta kalmış bizim yurttaşımız, bizim kardeşimiz, ‘dışardalar, soğuktalar’ diye düşünmeden, bu durumdan bile fırsat yaratıp kiralara yaptığımız zamları da,

Yazmasak mı?

Tüm gün sadece sosyal medyada oturup, bol bol sörf yaparak; o, az yardım yapmış, bu yapmamış. Kendi görüşündekileri gökyüzüne çıkarırken, diğerlerini yerden yere vurarak, klavye başında günlerce ahkâm kestikten sonra, hızla yönünü siyasete çeviren, gündemden gündeme hiçbir duygusu olmadan yazan, çizen, paylaşan, o bilindik kesimi de hiç mi yazmasak?

Depremde yarı yıkılmış evlere girip; ‘mal canın yongasıdır’ diyerek, kalan eşyalarını kurtarmaya çalışırken can verenlerden ibret alamadığımızı da,

Yazmasak mı?

Yapmamız gereken bütün işleri hakkıyla ve dürüstçe yaptıktan sonra; siyasette de, mühendislikte de, müteahhitlikte de, acaba sonrasına mı kader desek?

Başımıza gelen deprem, gözleri bilime, uygarlığa döndürürken, bunun dozunu arttırarak ilahi gücü görmezlikten gelenleri ve özellikle bunu vurgulayarak, duruş sergileyen yazmamazlıktan, görmemezlikten gelen aydınlarımızı da,

Yazmasak mı?

İnsanlığa faydası olmayan, bilakis zarar vermek için kullanılan bilime de mi hayran kalalım?

Nükleer silahların her ülkenin birbirini tehdit olarak gördüğü bilimi de mi kutsayalım?

Kovit 19 belası da bir laboratuvar kaçağı değil miydi?

İlk kez maskesiz bir bahar yaşayacağımızın sevinciyle tam da bir ay öncesinde tarihin en uzun şubat ayını yaşarken Kovit 19 sürecinden daha uzun geçen günlerde, enkaz altından çıkan her bir canın sadece bir rakam olmadığını da,

Yazmasak mı?

Bu ortamlarda, insanın bahara umutlu bir şeyler yazması ne zormuş. Acaba doğal afet denecek kadar basit mi yaşananlar? Yoksa insanlık kendi sonuna hazırlık mı yapıyor? Sahi dünyayı başka ne bekliyor?

Eğer insanlık gerçekten kendisiyle savaşıyorsa, şimdiden kaybetmiş olduğunu da,

Yazmasak mı?

Bilimi de ilmi de emreden bir dinin mensubu olarak; böylesine önemli bir konu hakkında olumsuz tek sözcük yazmak istememekle birlikte, üzülerek, insanların faydalı bir amaç uğruna yaptığı çalışmalara saygımızı vurgulayarak, insanlığın geldiği son noktada bilimi değil, kötüye kullanımı eleştirdiğimi de belirtmek isterim.

Tabiat işte tam da bu şekilde canlanamaz. Bahar gelmez. İklimler bilindiği gibi yaşanmaz. Bilim kisvesi altında kötüye, kendini yok etmeye kullanılan bu bilime de dur mu demeli?

Umutsuzluk, depresif haller, korku, endişe her biri ayrı hikâye. Korkularımızdan sızan ışık, insanın telaşı, duaya kalkan eller, virane bedenler...

Felaketler karşısında cenin pozisyonunda, küçücük, çaresiz kalıyoruz.

Ellerimiz duada yazmaya meylediyoruz...

Devamı
RESİM ALBÜMÜ

 

Bütün resimlerin güzel değil belki ama sen çok güzelsin.

Örneğin bu resim; rüzgâr saçlarını dağıtmış, neredeyse karmakarışık görünüyor yüzün. Üstelik de rahatsız, huzursuz gibisin. Elinle toparlamaya çalışıyorsun, gözlerini kısmış, isteksiz bakmışsın.

Ama sen güzelsin.

Bu resim mesela; güneş yakmış tenini, kızarmış yüzün, gölgeler siper olmamış, ellerinle siper yapmışsın usançlı, ama sen yine güzelsin.

Burada çok gülmüşsün; güldürmüşler seni, iyi de yapmışlar, bütün dişlerin meydanda hayatı boş veren bir ifade, bir an içinde olsa sınırsız mutluluk, kimilerini rahatsız etse de beni etmedi.

Böyle de çok güzelsin.

Üzgünsün bu resimde; içinde fırtınalar kopuyor. Keder var hem gözlerinde hem yüzünde. Gözlerin kısık kısık belli belirsiz bakıyorsun. Acın bütün bedenine sirayet etmiş. Nasıl da anlaşılıyor bir kâğıt parçasında bile. Seni inandırabilir miyim bilmiyorum bu cümlemle; inan böyle de güzelsin.

Bu fotoğrafında korkmuşsun belli, kocaman açılmış gözlerin. Dudaklarında yarı açık, objektifin çok farkında değilsin. Neydi bu kadar korkutan? Hatırlamıyorsundur bile belki şimdi ama burada da güzelsin işte.

İşte bu resminde diğerine benziyor, ama biraz fark var. Burada endişelisin, tedirginsin, dudaklarını ısırmışsın kararsız, çaresiz arafta bakmışsın. Güzelsin işte yine de.

Bu resmin biraz dalgın, hüzünlü, uzaklara bakıyorsun. Oralarda değilsin o anda muhtemelen. Siyah beyaz resim gibi biraz. Hüzün de ne yakışmış ve yine güzelsin.

Kim çekmiş bu resmi hiç düşünmeden? İşte burada gerçekten çirkin çıkmışsın. Gözlerin de burnunda kıpkırmızı. Hatta dudaklarının kenarları bile kızarmış. O güzel yüzün ne hale gelmiş. Hem kim ağlattı ki o kadar seni? Hem neden?

Bu kadar kötü görünen bir resmin arkasında bile sen yine çok güzelsin.

Bak bu resme bayıldım işte; nasıl da şımarmışsın. Yüzün, gözün, mimiklerin, bütün beden dilinle "Ben güzelim, bu yüzden şımarabilirim" diyorsun yakışıyor sana. Yakışmış sana. Bence sana en çok yakışan poz bu. Ama sen hepsinde varlığınla güzelsin.

Yaşam kısa; acısı, tatlısı, hüznü, kederi, arafı, mutluluğu ile tıpkı bu fotoğraflar gibi, bir an bakılıp geçilebilmeli. Kalıcı değil geçici olduğunu bildiğimiz duygularımızla, güzel kalabilmeli bu yaşamın içinde. Varlığımızla yaşadığımız ve yaşattıklarımızla güzel kalabilmek belki de bütün mesele.

Devamı
KASABALI OLMAK

Son yıllarda çok sık duyar olduk, bir sahil kasabasına yerleşme isteği ya da hayali.

Peki bu istek bir kaçış mı?

Yorgunluk mu?

Cazibeye kapılmak mı?

Hangi cazibeye? Kasaba cazibesine mi?

Nesi cazip kasabanın acaba? Dışarıdan mı öyle görünüyor? Yoksa kasabalılar da bu cazibenin büyüsüyle mi yaşıyor?

On adımda bir tanıdığa rastlayıp ayaküstü sohbet etmek, şehirlilerin bir türlü yetişemediği zaman meselesinin tersine çay ocaklarında vakit öldürmek, kasabanın delisine selam vermek, düğünlerde halay çekmek, cenaze evlerine yemek götürmek… bunlar elbette güzel şeyler imrenilesi…

Bir de sosyologların ve entelektüellerin kasabaya bakış açısı var ki; neredeyse utanılası bir durum, ancak kasabalıların pek de umurunda değil. Efendim kasabada üretim yokmuş; köylü üretir, şehirli modern sanayi ve ticaretin yükünü çeker, kasabalı hiçbirini yapmaz. Hem sadece bu mu? Siyaseti de dedikodudan ibaretmiş ne gam…

Büyük hikayeler ya bir şehre biri gelir ya da bir şehirden biri gidince meydana gelirmiş.

O şehir olamaz, kasabadır o.

Şehre kim gelmiş kim gitmiş farkına varmaz kimse ama kasaba öyle mi ya? Biri ayrılsın kasabadan bak neler neler anlatılır bir değil kaç hikâye çıkar oradan. Hele bir de yeni birileri gelmişse ne efsaneler ne gizemli öyküler dinlersiniz.

“Halbuki dünya küçük bir kasaba… Belediye reisi var, zabıtası var, komşular var… Pencereyi açık bırakırsan biri bakar. Soyunup dökünmüşsen ayıplanırsın. Hiç alışmadıkları gibi davranırsan seni taşlarlar.” Der MİNO’NUN Siyah Gülü’nde Hüsnü Arıkan.

Aslında dünyaya baktığımızda da pek çok tarihçi, yazar, sanatçı kasabalıdır. Biz de de aynı şekilde sanatçılar, edebiyatçılar çıkmış kasabalardan. Ancak olumsuzlukların da bir o kadar yaşandığı yer olarak görülmesi üstü örtülemez bir gerçek.

“Ağlamak istersin, ağlayamazsın

Gülmek istersin gülemezsin.

Kasaba küçük, bir karanlık gün

Sonbaharda kararmış gönlünü eyleyemezsin

Ne kâğıt ne kalem ne kitap…” Turgut Uyar

Peki nedir bu “kasaba kültürü” diyerek suçlanan durum? Biraz araştırdığımda bir kasabalı olarak hiç de hoş olmayan bir şeyler görüyorum.

“Düellodan kaçınan, yüzleşmeyi sevmeyen, arkadan vuran ve pusu kuran zihniyet. Özgüven eksikliğinden beslenen, özü sözü davranışı iç tutarlılığı olmayan bir kültür. Uzlaşma yerine çatışmayı öncelemesi “ben de yok onda da olmasın” mantığını güttüğünü iyiyi örnek alma yerine, herkesin ümitsizlik ve yoksullukla eşitlenmesi gibi sakat düşüncelerle yaşadığı bir alan.” Şimdi kaçımızda bu düşüncelerin benzeri var? Hatta kaç tanesi bizi anlatıyor? Ya da var mı gerçekten?

Bu sözlerin üstüne “kasaba kültürü” sözünün acımasızlığı ve umutsuzluğu için ne söylesem boş.

Bu kültür ne zaman ve nasıl oluştu? Düzelmesini kim ister? Bir de bunlara kafa yormak gerek.

“Kasaba koloni halinde yaşayan bir hayvan gibidir. Kasabanın bir sinir sistemi, bir başı, omuzları ve ayakları vardır. Kasaba, öbür kasabalara hiç benzemeyen apayrı bir yaratıktır, öyle ki dünyada birbirine benzeyen iki kasaba bulamazsınız.” John Steinbeck

Sanırım dünyada da durum aynı…

Entelektüel ve aydın kesimin “kasaba kültürü” diyerek eleştirdiği bir topluluğun çaresini de bulamaması, sözde bulsa dahi bir türlü uygulanabilir olamaması da ayrı bir sorun.

Evet kasabada olmak, kasabada yaşamak dışarıdan bakıldığında bile bir cazibe merkezi gibi görünse de toplumsal olarak bu şekilde haklı değerlendirilmesi de üzücü.

Biz yine de kasabadan gitmek isteyenlerin de gelmek isteyenlerin de hikayelerine talibiz. Diğer sorunları sosyologlar ve aydınlar çözer diye umut ediyor, mis gibi bir sahil kasabasından herkese günaydın diyoruz…

 

 

Devamı
NASIL HİSSEDİYORSAN ÖYLEDİR

 

İnsan; anlaşılmaz bir varlık, kutsal bir varlık, bir bilmece insan, derin bir deniz, bir umman. Aciz bir kul. Yaratılmışların en üstünü, en güçlüsü, en yeteneklisi, en akıllısı, en merhametlisi, en kötüsü, en anlaşılmazı ve hepsi…

Dünyaya masum bir bebek olarak gelip masum kalamayanı. İç dünyasında yaşadığı girdaplarla en korkunç olanı. Eylemlerinde de iç dünyasındaki karanlıklarını çokça kullananı. Hem karmaşık hem sığ hem derin…

İnsanın içini dışına karıştırmamak gerek; kötü yanlarına şaşıp kalıyorum. Bu kadar güzellikleri gördükten sonra. Budayıp, iyi yanlarını sulamalı mı ne?

---

Belki, her şey çok basittir de, ben karıştırıyorumdur. Taaa çocukluğumdan beri boş yere düşünmüşümdür belki… Çok anılarım olmuş; üzülmüş, kırılmışım. Hatta üzmüş kırmışımdır, bilerek bilmeyerek. Mutlu anlarım, kaygısız kahkahalarım olmuş, umarsız. Ben de yıldızları saymış, hayaller kurmuşum. Okurken mutlu, yazarken ağlamışım. Tepeden tırnağa insan olmuşum, günahıyla, sevabıyla.

Çok kere acıyla tatlıyı, hüzünle mutluluğu bir arada yaşamışım.

Çok sevmiş az sevilmişim. Ya da öyle hissetmişim. Nasıl hissediyorsan öyledir derler ya, öyle işte.

---

Bir bedende tüm bunları nasıl taşıyor insan? Bundan mıdır zaman zaman taşması, sığmaması o bedene?

Hayret etmenin hâlâ çocuk tuttuğu söylenir. Doğru düşüncedir, gitmeli bu yoldan şaşırmalı sık sık ve şaşırtmalı hatta.

“0nca şarkı, onca film, onca roman ama sevmeye yetmez herkesin kalbi” diyen şair, ne güzel demiş. Sevin, sevince güzel hayat, gökyüzü, öz ve yol…

Gerisi laf-u güzaf deriz de, yarım bırakırız sözlerin yetmediği duyguları.

Devamı
KOKU HAFIZASI

Sıkıcı ve rutin bir günün sabahında hiçbir mucize beklemeden otobüsle ilerlerken, bir koku bütün rutini bozup beni şaşkına çevirdi.

Neydi Allah’ım bu koku? Neredeydi? Nereden hatırlıyorum şimdi ben bunu? Olur şey değil… Düşündüm düşündüm bulamadım. Çok mu önemli? Hayır… İyi ama neden, neden beni bu kadar rahatsız etti? Şaşırttı mı? Üzdü mü? Sevindirdi mi? Anlayamadığım duygu sarmalında çırpınıp durdum.

Beynimiz çok enteresan bir organ gerçekten hem bütün organları yönetiyor hem de içerisinde tüm duyu organlarımızın verilerini depoluyor. Koku da bunlardan biri. Özellikle çocukluk döneminde, gençlik döneminde ya da duygularımızı çok yoğun yaşadığımız herhangi bir dönemde, an da duyumsadığımız kokuları unutamıyoruz. Hiç beklemediğimiz bir anda çıkıp geliyor ve bizi taa can evinden vuruyor bazen.

Hafızamızda bazı kokular vardır; üzerinden milyon yıl geçse unutamayız. Bazılarını da hatırlamak için can atarız da bir türlü hatırlayamayız. İşte hafızamız bize böyle oyunlar oynayabilir. Gizemlidir koku hafızası nerde ne yapacağı belli olmaz. Sürprizlidir.

Çocukluğumda, babam uzak yerlere giderdi iş yüzünden. Kardeşlerimle çok özlerdik, gelmesini beklerdik, sürekli gözümüz yollarda olurdu. O eve geldiğinde, uyuyor olsak bile kokusunu hissederdim. “Babam kokuyor o geldi” derdim. Bu duygumu bana hatırlatan, yine yıllar sonra babasını çok özleyen oğlum olmuştu. Uzun zaman eşimin çalışma saatleri yüzünden babasıyla evde karşılaşamayan küçük oğlum, bir sabah uyandığında odasından çıkarken koridorda durmuş ve “babam mı geldi? burası babam kokuyor” dediğinde, yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğuna dönüşmüş ve oğlumun özlemini derinden hissetmiştim. Sonrasında eşimle konuşup bu duruma çözüm aramıştık.

Birkaç yıl önce bir arkadaşımla pazarda dolaşırken, yanımdan geçen bir bayanın kokusu bana şu sözleri söyletti “Tokolon koktu” arkadaşımla birlikte kahkahalarla güldük. Ben hiçbir zaman o markayı kullanmadım. Muhtemelen çocukluğumda ablalarım ya da annemin kullandığı bir markaydı Tokolon. Artık nasıl bir koku hafızasıyla birleştiyse bana o ismi söyletti. Zira o marka bildiğim kadarıyla artık yok. Geçenlerde eski dergileri karıştırırken karşıma reklamı çıkınca, yeniden gördüm de kendimce teyit ettim.

Koku hafızası bizi bir yerden alıp başka yerlere götürecek kadar güçlüdür. Bir dönemden başka bir zamana farkında olmadan geçiveririz.

Taze ekmek kokusu, yeni demlenmiş çay kokusu, bebek kokusu, ilk yağmurda ıslanan toprak kokusu, sobada yanan odun kokusu, biçilmiş çimen kokusu, yosun kokusu…

O anlarda yaşadığımız mutluluklar, hafızamızın bilerek kaydettiği o güçlü duyguları yeniden yeniden yaşamak için zorlarız.

Adeta bir tarihtir. Tekerrür etmesini dilediğimiz. O hisler de bizim tarihimiz ve arşivimiz.

Eski bir resme bakarken hissettiğimiz duygular gibi ve hatta daha güçlü belki de.

İnsan yaşamı boyunca mutluluğun peşinden koşar da bazen çok basit, küçücük bir an yeter bunun için. Koku tarihimiz eşsiz mutluluklar tarihimiz olsun.

 

 

 

Devamı
NEZAKET DE BULAŞICIDIR

Yan masada oturan iki kişi tartışıyor. Sözlerine ister istemez kulak misafiri oluyorum, arkadaş olduklarını anlıyorum konuşmalarından. Sesler yükseldikçe daha çok işitiyorum. Sözde kullandıkları kelimeler amiyane değil. Hatta inanılmaz derecede düzgün cümleler kurarak tartışıyorlar. Öfke tamamen kuşatmış her ikisini de. Nerede olduklarını unutup perde perde yükselen seslerden birbirlerini sırlarıyla tehdit ettiklerini anlıyorum. Geçmişte ne yaşadıklarını ne kadar içli dışlı olduklarını unutmuş olmalılar ki acımasız sözler sarf etmeye devam ediyor ve uzattıkça uzatıyorlar. 
Onlar tartıştıkça gözlerim dalıyor. Daha az işitmek için çabalıyorum. İnsanlara şaşırmayalı uzun zaman oluyor kendimce. İnsanoğlu bu, herkesle her şey yaşanabilir. Bir insanın yapabildiğini tüm insanlar yapabilir düşüncesiyle, çocukluğumdan bugüne arkadaşlarımla yaşadığım olumsuzlukları düşünüyorum.
İnsanoğlunda var olan olumsuz ruh halleri; duygular, zaman içerisinde değişen düşünceler, pişmanlıklar, geri dönülmez yollar, dil yaraları... Bugün benimle ilgisi olmayan bu tartışma bir taraftan da ne kadar benimle ilgili. İnsan duyguları birbirine ne çok benziyor. Öfke, kontrolden çıkma, ego, insanı kötü duruma düşüren ruh halleri. 
Kullanılan kelimeler hakaret içermese de yüreklerinin en derinlerine hançer saplayacak şiddette. Bir an için o sesleri dinlemeyi bırakıp onları bu durumdan vazgeçirmek için bir şeyler yapmak geçti içimden, hiç faydası olmayacağını bile bile. Kararsız onlara doğru dönüp baktım, beden dili okumaya çalıştım. Kendimce analiz etmeye çalışarak onlara doğru döndüm. Ne çevrenin ne de benim farkında değillerdi. Biri konuşurken sözcükleri hızlı hızlı sıralıyor, ağzında yetiştiremiyor, yüzü kızarıyor başını sağa sola oynatarak el kol hareketleriyle saldırgan bir tavır sergiliyor, karşısındakini yıldırmaya çalışıyor. Kullandığı sözcükler zekice ve iyi eğitimli olduğu belli oluyor, ancak eğer kendini daha sonra bir videoda izlemiş olsa kesinlikle kendinden dahi hoşnut olamayacak kadar gergin ve kaba. Tehditkâr cümlelerle korku vermeye çalışıyor. 
Diğerinin yüz ifadesi daha sakin, sesi de daha az çıkıyor, ancak onun da söyledikleri karşısındakini incitecek ve kıracak tarzda olmalı ki sakinliği bir işe yaramıyor. İnsanlar nasıl, neden bu durumlara gelebiliyor?
Psikologlarda aylar sonrasına verilen randevulara bakılacak olursa bu kadar uzun sıralardan toplum olarak iletişimde çok kötü durumlarda olduğumuzu anlıyoruz. Oysa, “insan, insana çare olmalı” der eskiler. Eskilerin muhabbetleri, birbirlerine yardımları, dertleriyle dertlenmeleri, nezaket, samimiyet, sevgi, saygı gibi değerlerimizi biz ne uğruna yitirdik bilemiyorum ancak toplum olarak hastalanıyoruz ve buna dur diyemiyoruz. Bizler bu haldeyken gelecek nesil için bu anlamda umutlu sözler söylemeyi dilerdim. 
Nezaketi yalnızca kötü, küfürlü bir sözcük olarak algılamamalıyız. İşte şurada karşımda tek bir kötü kelime kullanmadan birbirini inciten iki insan örneğindeki gibi kibar cümlelerle birbirini hançerlemek de nezaketsizlik değil mi?
Nezaket nedir? İnsanın insana verdiği değer, kıymet mi? Yoksa süslü samimiyetsiz sözcükler mi?
Kişi sadece kendini düşündüğü çıkarlarının peşinden koştuğu, egosunu öne çıkardığı ölçüde nezaketten uzaklaşır. Esasında toplum olarak asıl sorunumuz bu değil mi? Bize ve karşımızdaki insanlara zarar verebilecek duygularımızı frenleyebilmek.
Dünyayı iyileştirmeyi başaramayabiliriz, ancak hiç değilse insanları incitmeyebiliriz. Çok basit ve pratik bir yöntem sabırla ve umutla davranışlarımıza daha fazla nezaket katabiliriz. Bunu yaparken fayda sağlayacağına inanarak.
Özümüze döndüğümüzde tam da orada sevgi, saygı hoşgörü, huzur, kardeşlik özlemiyle iyileşmeyi başaracağız. Çünkü nezaket de bulaşıcıdır.

Devamı
BİR RAMAZAN GÜNCESİ

Ramazanın şu son günlerinde herkeste bir telaş, kimisi tuttuğu orucun derdinde kimisi bayram telaşında. Herkesin kendine göre bir ramazanı yaşama şekli var. Ülkemiz bu anlamda gerçekten oldukça renkli. Hatta alakadar olmayanlar bile ramazanı görmezden gelemiyor. Sonuçta bizler inancımızı aynı zamanda gelenekselleştirmeyi becerebilmiş bir toplumuz. Bu ne kadar doğru, tartışılır ancak benim konum bu değil.
Ramazana girdiğimiz ilk günlerde tevafuk bu ya peş peşe iki kitabın editöryal çalışmaları vardı. Biri tüm peygamberlerin hayatı, hemen hemen kronolojik sıraya göre hazırlanmış ve bilhassa gençlerin okuyup sevebileceği bir tarzda olmuş bir eser, diğeri ise hac ve umre ibadetleri yapmadan önce bilmemiz gereken önemli ayrıntıları anlatan, ayet hadis ve fotoğraflarla desteklenmiş bir kitap. Yakında her iki kitapta baskıya girecek ve okuyucuyla buluşacak. Umarım okuyucusu bol olur. ‘Bilhassa gençlerin okuması nasıl da faydalı olur.’ demekten kendimi alamıyorum ve içten içe bunu istiyorum.
Şimdi, ‘ramazanla bunun ne ilgisi var?’ diye sorabilirsiniz. Dedim ya tamamen tevafuk. Ancak bana şu duyguları yaşattı. İlkokul dördüncü sınıftayım ve elime geçen her şeyi okumaya çalışıyorum. Bizim dönemlerimizde istediğimiz her kitaba ulaşmak kolay değildi. Bu sebepten zaman zaman aynı kitabı defalarca okuduğumu biliyorum. Velhasıl böyle zamanlardan birinde elime peygamberimizin hayatı diye bir kitap geçmişti. Bugün hâlâ var zannediyorum, yayınlandığını düşünüyorum ismi Hatem’ül Enbiya oldukça kalın bir kitap ve hacimli. Tabii yaşım küçük olduğu için bu böyle. Ben de ilkokul dördüncü sınıfın yaz tatili dönemindeyim. Elimde bu kitabı kim görse, “yaşına uygun değil, daha başka şeyler okumalısın.” öğüdünde bulunuyorlar, fakat ben asıl onların neden bahsettiğini anlamıyorum ve peygamberimizin hayatını o kadar keyifle okuyorum, peygamberimize öylesine hayranım ki şu an bunları ifade edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum.
Yaklaşık on yaşlarında bir çocuğun hiç kimsenin baskısı ve tesiri olmadığı halde, evinde bulunan dinini ve peygamberini ona hikayelerle anlatıp, onu sevdiren bir kitabı bulması bir şans değil elbette. Çünkü böyle bir kitabı kütüphanede bulunduran ebeveynin bir sorumluluğu olduğu düşüncesindeyim. Çalıştığım her iki kitapta da beni yeniden çocukluğuma ve o duygulara yönelten, dinini ve peygamberini tanımaya başlayan o çocuğun heyecanını yaşadım yeniden. Bu eserleri araştırarak aynı sorumluluk bilinciyle çalışan değerli arkadaşlarımızı gerçekten bu yazımda minnetle anıyorum. Her şeyin kirlendiği bir dünyada bütün kötülüklerin ve savaşların din yüzünden çıktığını ortaya atmaya çalışan kitlelerin karşısında; bu nahif, bu mahzun, bu tertemiz ve dimdik duruşu ayakta alkışlıyorum. Bugün din yüzünden çıkan savaşları kimlerin çıkardığına ve Müslümanların kutsal aylarında, hatta günlerinde çoluk çocuk demeden saldıranların aynı kitlelerin olduğunu ya da onların borazanlığını yaptığını görmezden gelmemiz imkânsız. 
Çok gerilere, tarihe gitmeye gerek yok. Bugün yaşanan Filistin ve Ukrayna çifte standartına bakalım ve unutmayalım. Biz ‘Müslümanız’ dediğimiz sürece, hiçbir zaman ne batı ne diğer dinden olanlar bizimle dost olmayacak. Hatta isterseniz ‘Müslüman değilim, ateistim’ deyin. Sizin Türk kimliğinizle özdeşleşmiş dininizi batıda Hristiyan ve diğer dinler de unutmayacaklar. 
Onlar ancak seni kullanabildikleri ölçüde seviyormuş gibi yapacaklar. Tabii ki bu yazdıklarımda bilmediğiniz bir şey yok. Ancak ben asıl önemli olan meseleyi yinelemek istiyorum. Çocuklarımız bizim en kıymetlilerimiz. Çocuklarımızla ilgili çok konuda eksik kalıyor, onların hızına yetişemiyoruz. Fakat bu hayati konuda, acilen yetişmek ve çocuklarımıza doğru yolu işaret etmeliyiz. Bu toplum olarak kendi olmamızın en önemli adımlarından biridir. Onlara Allah aşkını, peygamber aşkını ve dinini öğretmek bizlerin görevi. Bu konularda eksiğiz ama hiçbir şey için geç değil. Bir yerlerden başlayarak bunu gerçekleştirebiliriz.

Devamı
KELİMELERLE VAR OLMAK

Ruhumuzun, beynimizin sonrasında ise ağız boşluğumuzda dolanıp duran kelimeler.

“Kelimeler ağzımızdan çıkana kadar bizim esirimizdir, ağzımızdan çıktıktan sonra biz onların esiriyiz.” Sözü, kelimelerin hayatımızdaki gücünü açıkça anlatır bize. Kelimeler bize ödül de olabilir ceza da. Varoluşumuzun sebebidir adeta. Söylediğimiz kelimelerden ibaretiz bazen.

“Kelimelerden duvar yapılmaz.” diyen W. Shakespeare öğüt verir bu sözlerle, onları duvar olarak kullanmamalıyız hiçbir zaman…

Bununla birlikte bazen en gösterişli kelimeler bile anlam dünyamızda yer bulamazken, sıradan günlük kullandığımız tek bir kelime, mızrak gibi saplanır yüreğimize, fırtınalar koparır durgun denizimizde.

Bir kelime herkeste aynı etkiyi yaratmayabilir. Annesi ölmüş birinin “anne” sözcüğü birinde, sevgiyle seslenme kelimesi ise bir diğerinde özlem ve yaradır, hüzündür…Tıpkı “yağmur yağıyor” sözcüklerinin her insanda ayrı bir duygu çağrıştırması gibi. Ancak hiçbiri kurakta susuz kalmış insanların duygusuna benzemez. İhtiyaca göredir bazen; alır rahatlarsın, söyler kurtulursun, söylemez pişman olursun, susar esir edersin, dinler âşık olursun.

“Bir kelimenin insan hayatını değiştirdiği çok görülmüştür.” Balzac

Kelimelerin insanda kalan izleri olur. Kimi kelimeler göç kokar, kederli “geçmiş” gibi. Kimisi gitmeyi ve gelmeyi anlatır “gurbet” gibi. Bazısı özlemlerden dem vurur “varmak” gibi ya da bir yerlere gitmek isteyip de gidememek “kalmak” gibi. Ölümü anlatır, çarpıcı “göçmek” gibi, belki ölüme benzer bir şeyleri çağrıştırır giden kişinin ardından…

Yazarın son cümlesinde durakladığı, şairin günlerce arayıp bulamadığı, yaşamın eksiği, fazlası, gündüzü, gecesi, kışı, yazı, hayatın anlamı, anlamsızlığı, hüznü, kahkahası, olmazsa olmazı kelimeler.

Hor görüp önemsemiyoruz. Üç beş kelimenin daracık ifadesizliği içinde sıkışıp kalmışız. Yok ediyoruz kelimelerimizi hızla. Oysa bu alemlerin olması “ol” emri iledir.

Var oluşun ilk kelimesidir “Ol”

Bizler de ancak kelimelerle var oluruz. Sahip çıkmalıyız kelimelere acilen. Farkında değiliz ama biliniz ki; kelimelerimiz yok oldukça, kendimizi yok ediyoruz aslında.

Devamı
MEVSİMLERİN SUÇU

Her mevsim başka başkadır. İlkbahar bile aynı değil…

Geçen yıl gelen ilkbaharla bu yıl gelen bahar da aynı değil. İki yıl önceki ile hiç değil. Daha öncekiler benziyordu sanki birbirine. İlkbahar ilkbahara sonbahar sonbahara. Geçen yıl ilkbaharda hayatta olan ne çok insan yok. Hele iki yıl önce var olan ne çok şeyi yitirdik…

Her yıl her mevsim birbirine benziyordu ya hani. İlkbaharda tabiat canlanıyor, güneş, toprak, yağmur, gökyüzü her şey gülümsüyordu ya hani…

Bugün başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda, ilk defa bana yabancı gelen bir baharı gördüm. Ben bu ilkbaharın yabancısıyım. Tanıdık gelmiyor hiç. 

Daha önce de Suriye’de, Arakan’da, Kudüs’te, Bosna’da, Afrika’da, Çeçenistan’da, Mynmar’da, Hocalı’da çok insan öldü ilkbaharı görmeden. Bugün de Ukrayna’da baharı görmeden ölmeye devam ediyorlar. Önceden bunları düşünüp görüyor kısa ya da uzun üzüntüler ah vahlardan sonra yaşamımıza devam ediyor, baharın gelişine gölge düşmesine izin vermiyorduk ruhumuzda. Şimdi bu gri bulutların ardında saklanan güneşi görme umudumuza ne oldu da sevinemiyoruz, sevinemiyorum… 

*

Böyle karamsar düşüncelerle sahilde yürümeye devam ettim. O koyu gri bulutlarda eşlik etti bana, isteksizce. Başka bir dünya başka bir şehir gibi tanıdık değil hiç kimse. Yanımdan geçen düşünceli, saçları ve etekleri uçuşan kadın belli ki işe yetişmeye çalışıyor. Belki bir zamanlar kendisine mısralarca şiirler yazılmış, dünyanın en güzel aşkını yaşamış, hatta kendisi de bir şiirdi ama şimdi dünyanın bütün tasası omuzlarına yüklenmiş gibi yorgun ve isteksiz yürüyordu. Az ilerde öğrenciler cıvıl cıvıl kızlı erkekli şen şakrak, savaşın çocuklarına benzemiyorlar. Yüzleri pırıl pırıl umut dolu. Ağaçlar dallarını, yapraklarını dua eder gibi gökyüzüne kaldırmış, bir yudum su için. Ufak ufak, mini mini yapraklar, pespembe tomurcuklar çiçeğe durmuş. 

Hayatımda ilk defa bir mevsimden korktum, üstelik mevsimlerin en güzeli ilkbahardan. Çocukların, ağaçların, evlerin üzerine gökyüzünden bombalar düştü. Her yer toz duman sadece ben umutsuzca, ayakta ve tüm bunlara şahit oluyorum. Benim de cezam hayatta kalmakmış gibi. 

İçimde sadece bir korku değil, bir hüzün; ayağa kalkmaya çalışan insanlara bakıyorum, tanıdık değiller, hatta bu dünyaya ait bile değiller. Başka bir baharın çocukları onlar. Yanımdan geçiyorlar, beni görmüyorlar. Ben onları görüyor ama tanımıyorum.

Yabancı olduğum bir mevsimin içinde kaybolmak, yabancı bir şehirde kaybolmaya benzemiyor. Konuşacak, soru soracak, aydınlık bir yüz, tanıdık bir sima arıyorum boşu boşuna. Ne yol var ne iz yürüdüğüm yerde.  

Oysa daha önce defalarca karşılaşıp selam vermediğim birilerini görsem boynuna sarılacağım. “Beni gör, bana bak, buradayım. Buradayız…” diyeceğim…

*

Kül rengi gökyüzü, simsiyah yerler yıkık dökük virane olmuş ceset ve yaralılarla dolu caddeden ilerliyorum. Bir ağaç anlamsızca canlı duruyor, tomurcukları meydan okur gibi pespembe, yaprakları yemyeşil.

İleride bir cadde üzerinde insanlar oturuyor. Belki bir çay bahçesiydi. Oturup bir çay içmek istesem, her şeyin bir kâbus olduğunu söylesem, onları da şahit tutsam, sanki silah doğrultacaklar bana.

*

Umutsuzca denize döndüm yüzümü, bir vapur yanaşıyor. Bulutların arasından güneş çıkıyor. Aydınlanıyor gökyüzü sonra da yeryüzü. Vapurdan öğrenciler iniyor ve bir yerlere yetişmeye çalışan telaşlı insanlar.

O an anladım ilkbahar hala hayattaydı. Mevsimleri bozan da güzelleştiren de insanlardı.

Hepsini kucaklamak istedim ama yapamadım. Hangisinin ruhunda çocukları, insanları, doğayı, dünyayı yok edecek kadar kin, öfke, hırs ve kötülük olduğunu bilmiyordum. 

Kolumun altındaki her sayfasında savaş, şiddet ve üçüncü sayfa haberleri olan gazeteyi parçalara ayırıp denize attım.


  •  
  •  

Devamı
KADIN VE EDEBİYAT

İnsanı konu alan her kavramın yelpazesi geniş olur. Bu ister kadın olsun ister erkek, fark etmez. Edebiyat zaten başlı başına geniş bir konu. Ben kendimce her birine, ancak daha çok kadının edebiyata girişine değineceğim.

“Edebiyattaki en yaratıcı sözler, en derin fikirler kadınların dudaklarından dökülürken gerçek hayatta güçlükle okur, zar zor heceler ve kocasının malı durumundadır.” Virginia Woolf’un bu sözleri kendi dönemindeki kadının durumunu açıklıkla anlatıyor. Edebiyatta kadın dediğimizde kadının edebiyata hangi dönemlerde ve şartlarda girdiğini bilmemiz gerekiyor. İstatistik ve tarihlere girmeyi hiç düşünmüyorum fakat yine Woolf’tan şu cümlelere göz atmanızı isteyeceğim.

“Ayrıca yüz yıl sonra diye düşündüm kapının eşiğine vardığım sırada, kadınlar artık himaye edilen cins olmayacaklar. Bir zamanlar kendilerine yasaklanmış olan bütün faaliyetlere ve uğraşılara katılabilecekler.” Buradan bir dönemi okuyoruz. Tabii ki dilek, temenni, çaba ve umut vaad eden cümleler. Ancak bugün kadınlara verilen değere baktığımızda beklendiği ve umut edildiği gibi olmadığını gazetelerden okuyoruz.

Kadın dendiğinde konu yeterince zor, ancak edebiyat dediğimizde sınırlamıyor, güzelleştiriyoruz.

Edebiyatın cinsiyeti olmaz; edebiyat ne kadınsız ne de erkeksiz düşünülemez. İnsanla var olmuş bir kavramdır. Hatta insanın en nahif haliyle varlığını sürdürebilen bir alandır.

Kadın kendi egemenliğini kendisi meydana getirene kadar, edebiyatta ne yazık ki yer bulamamıştır. Ne zamanki kendi varoluşunu tamamlamış, akabinde edebiyata muhteşem eserler vermeye başlamıştır.

İstanbul’da 1990’da Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde derlenen 15 bin rakamlarına ulaşan eserler, bu konuda ülkemizde dahi var olan durumun ve başarının göstergesidir.

Kadın edebiyatta var olduğunda, erkek egemenliğindeki edebiyat tekdüzelikten kurtulmuş, yelpaze genişlemiş ve renklenmiştir kuşkusuz. Kadınlar her alanda olduğu gibi edebiyatta da eşit haklara sahip olduklarında kendi var oluşlarındaki incelik ve zarafetlerini eserlerine yansıtmıştır. Esasında edebiyat ya da yazım dünyasında cinsiyetin tamamen ortadan kalkması gerektiğini, okuduğumuz hatta kült eserler dediğimiz klasiklerden görebiliyoruz. Tolstoy’un Anna Karenina’sında bir kadın ruhunu, duygularını anlatan erkekle karşı karşıya olduğumuzu düşünmeyiz. Orada sadece bir kadının duyguları vardır. Bunu kim, neden, nasıl yazmış, düşünmeyiz o anda. Biz de ise Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı eserinde oturup düşünecek olsak, Çalıkuşu’nu asla bir erkeğin yazdığını hayal edemeyiz. İşte böyledir edebiyat, cinsiyetsizdir. Bir yazar cinsiyetini ön plana çıkarsa, asla başarılı olamaz.

Ne zaman kadından, kadının yerinden söz açsak, kalem savunmaya geçiyor. Asla feminist düşünceler olmasa da cümleler benzeşiyor.

Bu konuda söyleyecek ne çok söz var. Anlayacak ne az insan… anlayanlar edebiyatın içindeler.

Edebiyat insanla güzel…

 

 

Devamı
BAŞKALARININ GÜNAHIYLA AZİZ OLAMAZSINIZ

Kar yağışıyla birlikte herkes bir parça evine kapandı. Biraz, bize, önceki yıllardaki pandemi günlerini hatırlatıyor. Ancak bu havalarda sıcak evde oturup, can sıkıntısı ile sağa sola sarmakta moda oldu sosyal medyada.

Geçtiğimiz günlerde bir sanatçıyı kaybettik. Fatma Girik, iyisiyle, kötüsüyle bir ömrü bitirdi ve ahirete intikal etti.

O, ne siz dediniz diye ışıklar içinde uyuyacak ne de sizin burada yargıladığınız (Allah’a vereceği cevaplar) sorulara cevap verecek. Onun mizanı kuruldu. Peki, biz ne yapıyoruz? Ölmüş birinin arkasından kendi günah ve kusurlarımızı düşünmeksizin, atıp tutuyoruz. Üstelik helalleşme ihtimalimiz de yok Allah muhafaza.

Bize ne oldu da böyle konuşur olduk? Oysa bizim geleneğimizde vardı ‘ölenin arkasından kötü konuşulmaz’ sözü. Bir şeylerimizi yitiriyoruz ve yitirirken sadece başkalarını suçlayarak, yererek, daha iyi hissedeceğimizi sanıyoruz. Asla hissetmeyeceğiz, tabi hala içimizde iyi insan olgusundan bir şeyler kaldıysa. Bu bizi rahatsız edecek, huzursuz edecek. Hasta edecek…

Fatma Girik öldü, bu defa da hâlâ hayatta olan Hülya Koçyiğit’e, sırf farklı görüşte olduğu için tahammülsüzlük taşıyor ağızlardan. Onun sanatçı kişiliği hiç edilmeye çalışılıyor. Dört yapraklı yoncanın ismi de değişti sırf farklı düşünüyor diye. Sahi siz kimsiniz?

Daha ülkenin gündeminden bir sanatçının ölümü, cenazesi derken, önceki gün öldürülen Ece Erken’in eşine sardı yine aynı hadsiz birtakım kişiler, avukatmış, kim bilir kimlerin canını yakmış. Yahu bir durun adam daha gömülmedi. Sorgu sual melekleri sizden daha insaflı. Allah aşkına size ya da insanlığa bir zararı dokunmamış, sırf farklı düşünüp yaşıyorsunuz diye insanları töhmet altında bırakmaktan vaz geçin.

“Başkalarının günahıyla aziz olamazsınız” diyor Anton Çehov. Hayat, herkes için yeterince zor, saldırıya geçtiğiniz kişiler bu ülkede yaşamış, başarılı olmuş ya da olamamış. (o da fark etmez ya.) Kimisi anne, baba, eş, insanların acısı üzerinden kendi egolarınızı tatmin etmeyin. Varsa eğer daha iyisini yapabilecek yüreğiniz, onları yapın ki hem içiniz huzur dolsun hem de güzel anılın

Devamı
KARIN RESİTALİ

Bana karı anlatma hissettir…

Günlerdir bir felaketin önlemini almak için yapılan haberler, televizyonda yol uyarıları…

İnsan bu güzel örtüyü bir felaket olarak nasıl görür? Tıpkı çok güzel bir kadını seyredip bunun bir baş belası olacağı duygusuna kapılabilmek gibi. Oysa kar, önlemler alındığında muhteşem hissettirir…

Hele bir de hafta sonuna denk geldiyse, sıcacık odaların camından kahve eşliğinde tüm aileyle birlikte en şiddetli halini büyülenmiş gibi izleyerek duaya durur gibi, şükür gibi bakabilmek.

Sonra, kar yağdığında neler yapılır temalı etkinlik girişimleri. Belki camdan kartopu oynayan çocukları izlerken, maziye dönüp çocukluğa gülümseyerek, birikmiş anıları film şeridi gibi gözden geçirmek. Belki cama dayanarak buharlanmış yerinden, sislerin arasından çok eski bir anının hüzün dolu fotoğrafını görebilmek. Arada bir televizyona bakarak, karda düşen kişilerin en komik sahnelerine kahkahalar atmak.

Kar, sen bizlere neler yaşatıyorsun…

“Geçmedi üşümem. Ben bir aşkın kar yağışından geliyorum.” diyen Şükrü Erbaş, dağlar kadar büyük aşkının, aynı zamanda onu eritecek kadar da güçlü olduğunu yine karla anlatabiliyor. Kar en güzel duygulara, bilhassa aşka benziyor.

Akşam olduğunda sokak lambasının sararmış ışığı altında, masallara benzer bir manzara eşliğinde düşler sokağının ışıklarını yakmışçasına sihirli değnekten çıkan eski kartpostalların özlenen görüntüleri esir alır yeniden…

Çocuk olmak zor ve imkânsız değil kar yağdığında. Bir anda herkes çocuk olabilir ve nefesi kesilene kadar koşarak kartopu oynayabilir. Normal bir gün ve zamanda aynı yerlerde yapılamayacak birçok şeyi yaşatabilir kar…

“İlk kar, ilk aşk gibidir. İlk karını hatırlıyor musun?” diye soruyor Lara Biyuts.

Peki ya siz? Siz ilk karınızı hatırlıyor musunuz?

 

Devamı
EDEBİYATIMIZDA SAĞ/SOL KAVRAMLAR

 

Yazıma Ernest Hemingway’in bir sözüyle başlamak istiyorum;

“Edebiyatta sağ sol olmaz. Yalnızca iyi edebiyat veya kötü edebiyat vardır…” Hemingway’in bu sözü, hangi söze karşı söylediğini bilmiyorum ancak benim düşünceme de uyduğunu söyleyebilirim.

Her şeyden önce siyaseti etkilediği gibi edebiyatı da etkisi altına alan sağ ve sol kavramı, nereden nasıl ortaya çıkmıştır, onu hatırlamakta fayda görüyorum.

Fransız İhtilali ile yaşıt olan ve birbirinin karşıtı olan bu iki kavram, takriben 200 yılı aşkın bir süredir dünya siyasetini ve dolayısı ile edebiyatını da etkisi altına almıştır ve fikir hareketliliğinde zıtlığı göstermek için tanımlanan bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

Biraz daha konunun özüne indiğimizde, I. Fransız Cumhuriyeti Meclisi’nde Kralın “sağ” tarafında oturanlar, geçmiş rejimi ve imtiyazları temsil eden aristokratlardı; ruhban sınıfının temsilcileri de aristokratlarla aynı safta, yani sağda yerlerini almışlardı.

Bu Meclis’te Sol kesimi burjuvazi yani sosyal statüsünü ve gücünü, eğitimden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişi temsil etmekteydi.

* * *

Bir dönem sonra, Meclis’ten aristokrasi ve rahipler çekilirken, yerlerini burjuvalara bıraktılar ve 19. Yüzyıl Sanayi Devrimi ile Meclis’in sol tarafına işçi haklarını savunan temsilciler geçti.

Sağ ve sol kavramlarının çıkışı hakkında küçük bir hatırlatmanın ardından, kapitalizme karşı oluşturulan Marksist yaklaşım dünyada toplumcu-gerçekçilik olarak yansıtılmıştır ve 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’nde kararlaştırılan bazı ölçütlerin, bu anlayış üzerinde içerik olarak etkili olduğunu düşünebiliriz.

Ülkemizde o dönem edebiyatçıları olarak edebiyata yön veren bazı isimler; Liberal Tevfik Fikret, Milliyetçi Mehmet Emin ve İslamcı Mehmet Akif hemen her konuda farklı düşünerek, düşünceleri doğrultusunda eserler verirken, birbirlerini asla inkâr etmeyerek edebiyatlarına saygı duyarlardı. Nazım Hikmet ideolojik olarak Mehmet Akif’le tamamen zıt olsa da “Akif büyük şair, inanmış adam” diyebilmektedir.

Günümüz Türkiye’sinde edebiyatı sağ ve sol diye ayırmak yerine, sol ve İslamcı diye ayırmak kaleme alınan eserler doğrultusunda daha gerçekçi olabilir. Zira sağ düşünceyi ifade eden yazarlardan herhangi bir başarı görülememektedir.

Orhan Kemal, Kemal Tahir, Atilla İlhan, Cemal Süreyya, Haldun Taner, Fethi Naci, Selim İleri ve daha niceleri…

Gerçekten yaşadıkları dönemde edebiyata tüm varlıklarıyla katkıda bulunmuş bu isimleri inkâr edemeyiz, dünyada ve ülkemizde edebiyatta en başarılı örnekler kendilerini sosyal demokrat olarak ifade eden kesimin literatürde siyasal fikirleri sol olarak tanımlanmış olan yazarlar sayesinde etkili olmuş ve onlarla yükselmiştir.

* * *

Evet; ülkemizde gerçekleşen soldaki bu duruş, sağcı olarak nitelenen yazarlar tarafından yeterli olmasa da İslamcı olarak ifade edilen yazarlar tarafından günümüzde aynı solcu olarak ifade edilen yazarlar gibi çalışmalarına şahit oluyoruz.

İslamcılar da tıpkı solcular gibi sorumluluk bilinciyle edebiyata katkı sağlıyorlar. Bunlar elbette ki edebiyat kültüründeki zenginlik açısından sevindirici gelişmeler. İslamcı edebiyatçıların kim olduğunu tabi ki sizler de biliyorsunuz, bunlara birkaç örnek vermek gerekirse; İsmet Özel, Nejat Çavuş, Ali Ural, İbrahim Tenekeci gibi yine aklımızda kalan birkaç örnek.

* * *

Bunun neticesinde, herhangi bir edebi vizyon ile edebiyatta denge olarak durmayı başarmış tüm edebiyatçıları kutlamak düşer bize de.

Bugün, fuar organizasyonları ve yayınevlerine bakarak, en çok çalışan ve edebiyata katkı sağlayan her kim olursa olsun, kazanç çalışanın olsun.

Tüm bu izlenimlerim neticesinde diyebilirim ki; sanatın önüne de edebiyatın önüne de hiçbir sıfat getirilmemeli, sanatı sanatçı belirlemeli, edebiyatı da edebiyatçı…

 

 

Devamı
ŞEB-İ YELDA

En uzun gecede dünyaya gelmek şans mıydı? Ya da annemin dünya saatinden daha uzun süren gecesinde, onun için nasıldı ki? Sadece mini minnacık bir bebek için çekilen sancıları ve o en uzun gecenin sabahında, her gün bir dakika uzayan günlerde, benim ömrümden bir gün eksilmesi, hangi takvimin çapraz adaletsizliği idi.

Şeb-i Yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir

Müptelayı gama sor kim bilir geceler kaç saat?” (En uzun geceyi; işi onu hesaplamak olan müneccime, muvakkite sorma, onlar bilmez. Gecelerin kaç saat olduğunu, gama tutulmuş olana sor) Klasik şiirimizin ölümsüz beyiti bu gece için en anlamlı şiirlerinden biri.

En uzun gece, tüm dinlerde özel bir anlam ifade eder. Hristiyanlıkta Şeb- i Yelda “Doğum” anlamı taşır. Buradaki kasıt Hz. İsa’nın doğumudur.

Sadi Şirazi ise; “Yüzüne bakmak Nevruz’un şafağını görmek gibi

Senden ayrı kaldığı her gece de bir Şeb-i Yelda.” Çelişkili kavramları sözcüklerle süsler.

Oysa ki; sadece bir zaman, bir an belki bu kadar üzerine yazılıp çizilen…

Bir kız çocuğu dünyaya gelmiş o gece, binlercesiyle birlikte.

Ne nar kırılmış ne karpuz yenmiş. Ne Leyla Mecnun kavuşması ne de dertli bir aşığın sabaha ermeyen gecesi. Ne kötülük tanrısı “Ehrimen” zulmünü arttırmış ne sabahında “Yezdan – Hürmüz” doğacak gecenin sabahına yardıma gelmiş. Ne Sümer Mitolojisindeki güneş ve ışık tanrıçası “Mitra” orada. Ne Yunan’daki “Kranos Bayramından” haberim yok. Ne Yahudilerin Işık Bayramını biliyorum. Ne İran’da Azerbeycan’da kırılan nar ya da karpuzu gördüm.

O upuzun geceyi sadece ve sadece annemin yaşadığını düşünür oldum. Benim için çektiği sancılarda, en uzun geceyi seçmiş olması da Rabbimin bana armağanı bu özel gece.

“Ey Şeb-i Yelda hamile bir kadın gibi umut taşırsın aslında rahminde… Leyla ki “gece” demektir. Mecnun’dan hamile; elbet aşk doğacaktır neticesinde. Ama o doğana kadar geçenler yok mu, zaman uzar da uzar. Leyla’nın kuzgun karası saçları gibi uzar da adını uzun anlamında “Yelda” koyarlar. Halbuki “evlat” demektir Yelda. Güzel mi güzel bir kız evlat…”

Annemin hediyesi ise o gece anneliği tatmış olması. Her yıl yaşanan Şeb- i Yelda’yı ben ilk kez yazmak istedim sadece kendim için…

 

Devamı
KUŞAKLAR ARASI EDEBİYAT

Edebiyat, yaşamımızın her anında, içinde. Sosyolojik, psikolojik tüm alanımızda mevcut. Elbette kuşaklar arasında da geçişler bazen sancılı, bazen saygılı, bazen hoşgörü, hayranlık ya da kızgınlık… tıpkı yaşamımız gibi bütün duyguları içeriyor.

Kaç kuşak bir arada yaşıyoruz. İster x deyin, ister y, isterseniz z. X kuşağının sessizliği,sadakati, saygısı, gelenekselci istikrarlı halleri. Y kuşağının daha töleranslı eğlenceli, biraz z kuşağına biraz x kuşağına benzer halleri. Belki iki uç kuşak arasında oluşturduğu köprünün farkında kendinden emin, çalışkan, üretken ve hatta anlayışlı… bunun yanında pırıl pırıl dinanizmi ile gerçekçi, uyumlu ve yeni dönem kuşağı olmanın verdiği hız, teknoloji yenilikler kuşağı…

Her biri biz değil miyiz? Bir sonraki zamana kadar… Edebiyat sadece bir kuşak geçişine değil bir döneme şahit ve sahne olarak, hatta herşeyi kayıt altına alarak temsil ediyor tüm bu kuşaklar arasındaki bağları.

Bugün genç kuşağa, bugunün ismiyle z kuşağına baktığımızda bana göre en şanslı kuşak. Bu gelecekte de böyle olacak, çünkü geçmişi de biliyor bugünü de. Bence ve mutlaka dünyaya unutulmuş kavramları getirecek bir kuşak bugünkü z kuşağı.

Bugün edebiyata tarafsız gözle bakmaya çalıştığımızda yeni nesil yazarların artmasını umut verici görüyor olmakla birlikte, bir şeylerin yolunda gitmediğine de şahit oluyoruz. Yeni nesil şiir, öykü, roman ne de çok ismi bilinen, bilinmeyen yüzlerce kitap okuyucusuyla buluşmayı bekliyor haklı olarak. Ancak eskiyle bugünü kıyasladığımızda önceleri bugün edebiyatta adını ispatlamış çok yazarın dergilerde yazarak tanındığını ve bazılarının yaşamlarında kitap dahi çıkarmadıklarını görürürüz. Ahmed Arif gibi bir şairin; tek bir kitabıyla, edebiyat dünyasında nasıl yer ettiğini düşünebiliyor musunuz?

Yazar kuşak meselesi; Şemsi Tebrizi’nin söylediği gibi, “Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır” diye düşünmeliyiz. Hem birbirinden ayrı hem de birbirine sıkısıskıya bağlı olduğu su götürmez bir gerçek. Ülkemizin genç nüfusu bir taraftan giderek çoğalırken, yetenek ve başarıda gerilememizin sorumluları bizler sayılırız. Gençlerimize yeterince alan sağlayamıyoruz. Önceleri bir dergi, gazete üzerinden dahi yapılan çalışmalarda şair ve yazar kimliği oluşturulabilirdi. Şimdi kullanılan sosyal medya mecraları kendi çevreleriyle sınırlı, yetenekleri belki de ortaya çıkarmakta aciz kalabiliyor.

Netice itibabariyle şunu söyleyebiliriz. Yeni bir kuşak geliyor. Ve kendi tarzını yaratmaktan çekinmiyor. Otoriteye fazla kulak asmıyor. Kendi dijital dünyasında, kağıt, kalem kullanmak yerine aşağı yukarı kaydırdığı ekranla iletişim kurmayı seviyor. Dışarıdan asosyal görünse de kendi aralarında gayet sosyaller. Kendilerinden emin, mizah yetenekleri gelişmiş, kendi istedikleri tarzı bulup ortaya çıkaran, gerektiğinde kendisiyle bile dalga geçebilen, özgüvenli gençler.

  1. önceki kuşak için en doğru yaklaşım onlara sadece gerekli alanı sağlayıp, ne istediklerini bulmalarına yardımcı olmak. Biliyoruz ki her şeye sahip gördüğümüz bu gençler, belki önceki kuşağın sıradan gördüğü imkanlara sahip değildi.

Bilmemiz gereken en önemli detaylardan biri de edebiyat dünya var olduğundan bugüne kadar hep vardı. Bu anlamda otoriteler de hep vardı. Bundan sonra da olacaktır. Kuşaklar arası edebiyat şüphesiz gençlerin kendi tarzını bularak özgün yazmasıyla yerine oturacaktır. Eleştirilerimizi olumluya döndürerek gençlerimize imkan ve motıvasyon sağlayarak onları bir sonraki kuşağa hazırlayabiliriz.

 

 

Devamı
BİZ GÖRMEDİK ONLAR GÖRSÜN

“Biz görmedik onlar görsün, biz okumadık onlar okusun…”

“Aman ben her hizmetini görürüm, yeter ki o ders çalışsın…”

Biz çocukken babamızın yanında konuşamazdık…

Yatamazdık…

Okuldan eve gelince, annemize ya da babamıza yardım ederdik…

Biz okuldan gelince çalışırdık…

İnternetimiz yoktu, ödev olduğunda mahalledeki Meydan Lourusse olan tek arkadaşımıza utana sıkıla gider ödev yapardık…

Televizyon izlemek için açılış saatini beklerdik. O da her evde yoktu. Bir film ya da çizgi film izlemek sinemaya eşdeğerdi.

Sonuçta bin bir türlü zorluklarla ve güçlüklerle de olsa mutlu çocuklardık. Merhametli büyümeyi öğrendik ve kurduğumuz yuvalarda bize emanet olan çocuklarımızı çektiğimiz sıkıntıların muhatabı etmedik. Onlar için en iyisini en güzelini verebilmek için canla başla çalıştık.

Eskilerin tabiriyle yemedik yedirdik, giymedik giydirdik. Ve biz aynı çocukluğumuzdaki gibi alıştığımız şekilde sıkıntılara da göğüs gerip bu işin altından kalkmayı da başardık…

Buraya kadar her şey yolunda ve tanıdık değil mi?

Peki sorun nerede?

Bizim o gözümüzden sakındığımız, her ihtiyaçlarını onları yormadan, üzmeden, ikiletmeden gördüğümüz çocuklarımız…

Onlar için bir sorun var gibi…

Biz çocuklarımıza ne yaptık? Nasıl yetiştirdik onları? Bir yerlerde yanlış, hata var gibi… Nerede olduğunu bilmiyoruz değil mi?

Sanki yoktan anlamayan, yokluk bilmeyen, istediği olmadığında asabileşen bir nesil yetişti. Değil onlar bizim gibi çocuklarına bu imkanları vermeyi, yetişkin olduklarında dahi bize bağımlı ve muhtaç olacaklar gibi görünüyor. Bizler ‘onlar okusun, adam olsun’ diyerek hiçbir sorumluluk vermezken, onlar sadece okullarında değil, günlük yaşamlarında da sorumluluk almayı hiç düşünmedikleri gibi, ihtiyaçları geciktiğinde hırçınlaşıp anne babalara hizmetli muamelesi yapıyorlar.

Daha dünyaya gelmeden beşiğinden giyimine hatta ona özel odaya sahip bu çocuklar, sonrasında teknoloji dahil her yeni çıkan eşyaya anında sahip olmanın (ne yazık ki mutluluğunu diyemeyeceğim, çünkü emek sarf etmeden elde edilen hiçbir şey değerli olmuyor.) Velhasıl mutsuz, doyumsuz, agrasif bir gençlikle karşı karşıyayız…

 

Okul durumları ise ayrı bir sorun. Maddi durumu iyi olan ebeveynler yolladıkları özel okullardan mucize bekleyerek bu sorumluluk duygusu gelişmemiş çocukları okulun ve öğretmenlerin düzeltmesini bekliyorlar. Öyle ya o kadar para veriliyordur. Okul bu işi başarmalı…

Öğretmenler çocukla ilgili sorunları söylediğinde adeta şaşkınlıkla dinleyip “ben o kadar para veriyorum neden olmuyor” diye düşünmekten kendilerini alamıyorlar.

Devlet okullarına giden çocukların durumu da ayrı; servisi, çantası, yemeği, yine her şeyiyle anne baba ilgilenmek durumunda.

Üniversite ortamında hizmetler devam eder, geldi gitti yemeği ekmeği, evde kalıyorsa temizliği yine annenin üzerinde.

Zaman zaman bu konuları konuştuğumuz anne babaların hemen tamamına yakınından aynı sorunları dinliyor ve endişeleniyoruz. Sonuçta biz çocuklarımızın başında ebediyen kalmayacağız ve gerçekten iş başa düştüğünde ne yapacaklar diye düşünmemek elde değil.

Kahvaltısı önüne konan; yatağı, odası toplanan bu gençler, evlendiklerinde de karşı taraftan bu hizmetleri beklediğinde, evliliğin de ilk sorunları başlamış oluyor. Hadi diyelim bunu çözdüler, bu defa da doğan ilk bebeklerine yine annelerinin bakması için müracaat başlıyor.

Azıcık bir dinlenmeyi, belki artık biraz yalnız kalmayı dileyen anne babalara yeniden iş düşüyor. Bu defa da torun sevdasına ya evlerinden oluyorlar ya da eşler ayrı ayrı yaşamak durumunda kalabiliyorlar.

Buraya kadar yaşananlar umutsuz gibi görünse de maalesef yaşamın içinde mevcut, bugünün hayatları…

Bu gençler başka yerden gelmedi, tamamen bizim eserimiz… Biz onlar rahat etsin diyerek bu kadar yükü sırtlandığımızda onlara da kendimize de haksızlık ettik.

Bir çocuk odasını topladığında dersleri geri kalmaz. Tabağını yerine koyduğunda yorulmaz. Çantasını kendi taşıyabilir. Onun ödevlerini bizler yapmamalıyız. O ödevler ona veriliyor. Biz nasıl tek başımıza bu kadar imkansızlıklarla bir şeyleri başarabildiysek, onlar da bu imkanlarla daha iyilerini başarabilirler.

Her zaman ki gibi istisnalar kaideyi bozmaz, ancak giderek büyüyen bir sorunla karşı karşıyayız ve bunu değiştirmek sadece bizlerin, anne babaların elinde. Bunu başarmış ebeveynleri kutluyorum.

 

 

Devamı
HEDER OLMASIN GELECEĞİMİZ

Yeni dönem sorunlarımız ve sağlıktan sonraki en önemli problemimiz eğitim. Pandemi başladığından bugüne kadar bir yandan sağlık verileri açıklanırken, diğer yandan öğrencilerin online eğitim aldıkları sistemler konuşuldu. Yeterliliği yetersizliği derken okullar açıldı.

Şimdilerde öğrencilerin en büyük mağduriyeti barınma. Liseyi bitirmiş her öğrenci kazandığı bir üniversitenin heyecanını yaşayamadan üzerinde barınma gibi bir yükle karşı karşıya kaldı. Okulların açılmasıyla kiralar % 34.6 artış gösterdi. Zaten pandemi yüzünden zorda olan aileler bir de açık kalıp kalmayacağı belirsiz bir dönemde bu kiraları nasıl karşılayacağız derdine düştü. Yurt sorunu da hakeza aynı. En ekonomik barınma yollarını arayan çocuklarımız ya devlet yurdunun çıkmamasından mağdur ya da özel yurtların fahiş fiyatlarından.

Geleceğimiz dediğimiz öğrencilerimizin böyle kayıp bir dönemden geçerken, nasıl daha iyiyi yaparız bu kaybedilmiş zamanı nasıl telafi ederiz düşüncesinin gerek devlet olarak gerekse millet olarak menfaatlerimizi bir kenara bırakıp muhasebesini yapmamız gerekmez mi?

Hiçbir yerde hiçbir zaman olmayan fırsat eşitsizliği şu günlerde adeta yüzümüze çarpıyor. Bir yanda en lüks rezidanslarda kalan çocuklarımız bir tarafta kalacak yer bulamadığı için okulu donduranlar. Bu çocuklar bizim geleceğimiz onlara ‘daha iyiyi nasıl yaparız ı’ konuşmamız gerekirken nerede kalacaklarını konuşuyoruz ve bu hiç adil değil.

Her yıl tekrarlanan ancak bu yıl uzun bir aradan sonra daha da artarak karşımıza çıkan bu sorunlara kalıcı bir çözüm getirilmeli. Yurt ücretleri belli bir kurala göre artırılmalı. Aynı şekilde okul dönemine denk gelen dönmelerdeki kira artışları kontrol altına alınmalı. Acil önlemlerle belki önce geçici, hemen ardından kalıcı çözümler getirilebilmeli. Öğrencilerin bu sebepten okullarını dondurmalarının önüne geçilmeli.

Yapılan her hareket milli bir görev olarak algılanarak destek verilmeli.

Yoksa kaybımız bir nesil olabilir.

 

 

Devamı
HEDER OLMASIN GELECEĞİMİZ

Raife AKKANAT/KOCAELİ-UHA

Yeni dönem sorunlarımız ve sağlıktan sonraki en önemli problemimiz eğitim. Pandemi başladığından bugüne kadar bir yandan sağlık verileri açıklanırken, diğer yandan öğrencilerin online eğitim aldıkları sistemler konuşuldu. Yeterliliği yetersizliği derken okullar açıldı.

Şimdilerde öğrencilerin en büyük mağduriyeti barınma. Liseyi bitirmiş her öğrenci kazandığı bir üniversitenin heyecanını yaşayamadan üzerinde barınma gibi bir yükle karşı karşıya kaldı. Okulların açılmasıyla kiralar % 34.6 artış gösterdi. Zaten pandemi yüzünden zorda olan aileler bir de açık kalıp kalmayacağı belirsiz bir dönemde bu kiraları nasıl karşılayacağız derdine düştü. Yurt sorunu da hakeza aynı. En ekonomik barınma yollarını arayan çocuklarımız ya devlet yurdunun çıkmamasından mağdur ya da özel yurtların fahiş fiyatlarından.

Geleceğimiz dediğimiz öğrencilerimizin böyle kayıp bir dönemden geçerken, nasıl daha iyiyi yaparız bu kaybedilmiş zamanı nasıl telafi ederiz düşüncesinin gerek devlet olarak gerekse millet olarak menfaatlerimizi bir kenara bırakıp muhasebesini yapmamız gerekmez mi?

Hiçbir yerde hiçbir zaman olmayan fırsat eşitsizliği şu günlerde adeta yüzümüze çarpıyor. Bir yanda en lüks rezidanslarda kalan çocuklarımız bir tarafta kalacak yer bulamadığı için okulu donduranlar. Bu çocuklar bizim geleceğimiz onlara ‘daha iyiyi nasıl yaparız ı’ konuşmamız gerekirken nerede kalacaklarını konuşuyoruz ve bu hiç adil değil.

Her yıl tekrarlanan ancak bu yıl uzun bir aradan sonra daha da artarak karşımıza çıkan bu sorunlara kalıcı bir çözüm getirilmeli. Yurt ücretleri belli bir kurala göre artırılmalı. Aynı şekilde okul dönemine denk gelen dönmelerdeki kira artışları kontrol altına alınmalı. Acil önlemlerle belki önce geçici, hemen ardından kalıcı çözümler getirilebilmeli. Öğrencilerin bu sebepten okullarını dondurmalarının önüne geçilmeli.

Yapılan her hareket milli bir görev olarak algılanarak destek verilmeli.

Yoksa kaybımız bir nesil olabilir.

 

 

Devamı
ÇARE SİZSİNİZ

Hayal kurmaya dahi engel olacak kadar gerçekliğin pençesine düşmüş ve sükût-u hayale dalmış gidiyoruz. Gözlerimizi her kırptığımızda yeni bir felaketin eşiğindeyiz ve daha bir eşiği aşamadan diğeri çıkıyor karşımıza. Korkulu bir rüya ya da kâbus gibi yorgun, umutsuz alışıyoruz bu karanlık, boşluk hissine ve içten içe çürüyoruz.

Dünyayla arama ne kadar mesafe koyarsam koyayım; onunla aramda bir anlaşma yapmak için çok ciddi nedenlerim olduğunu da biliyorum. Zamana yenik düşmüş, tükenmiş duyguların ezberindeyim. Yeni nesilde tanınmayan, kabul görmeyen his ve değerlerin, belki de artık korumaya alınması gereken, hatta tekrar öğretilmesi gereken nedenlerin kurbanıyımdır kim bilir…

Bu meyanda var olmak, var olmanın kabullenişi,

Antonie De Saint Exupery’in şu sözleri sarıyor sarmalıyor beni;

"Elbet seni inciteceğim. Elbette beni inciteceksin. Elbette birbirimizi inciteceğiz. Ama bu varoluşun mutlak koşuludur. Bahar olmak, kışın riskini kabul etmek demektir. Var olmak, var olmama riskini kabul etmektir."

Aylardır okuyorum ancak yazamıyorum. Yazamamaktan muzdarip olan beni teselli eden, bana şevk veren tek şey okuyabilmem… sayfaların arasında kendimi kaybedene dek okuyarak, bir şeyleri yavaşlatıyor hatta iyileştiriyorum sanki.

Zamanın hızlı akışında, kaybolmamak için çırpınan, teknolojinin en üst seviyesine yetişmeye çalışan insanoğlunun, dur durak bilmeyen çabasından yoruldum. Bir elektik düğmesi kadar değeri olmayan yaşamların, bir anda “pandemi” denen illetle karşı karşıya geldiğinde afallaması, her şeyin sessizliğe gömülmesi, tedirginlik, yeni yaşam koşulları, eskiye yetişme çabalarının yeniden sahne alması…

İnsan değişebilen bir varlık olduğu halde; toplu olarak dayatılan hız ve hırsa karşı koyamıyor. Buralarda değişimi reddediyor…

Yılda bir kez tatile gitmiş birini düşünelim ve bunu bir hafta olarak sınırlayalım ki ortalama zaten böyledir. Döndüğünde dinlenmiş olması şöyle dursun, her şeyin anlamsızlığını sorgulayacağı çok daha olası. Çünkü o durmuş ve düşünebilmiştir.

Çare bulan biri gibi yazmak istemiyorum ancak, hayatta olmam için var olan nedenlerimi saymazsam; okumak ve yazmak benim çaremdir diyebilirim. “Peki bu herkese çare olur mu?” demeyin. İnsanların birçoğunun psikolog ve psikiyatrlarda boşluklarına çözüm arayışları içinde olduğu hepimizin malumu, bir tedavi yöntemi olan “bibliyoterapi” yi keyif haline getirdiğinizde bu keşmekeşin içinde bir yudum sıhhatli nefes alabiliriz zannımca.

Teknoloji çağının insanlarını okuyarak; hissetmeye, hayal kurmaya, mutlu olmaya, huzura ve iyileşmeye davet ediyorum…

 

Devamı
BİR GÜZEL ADAM

“İçinizde ukde kalan bir şey yok mu?

“Mesela önemli gördüğüm ve yazmak istediğim birkaç kitap var. Ama yaşamın akışının gizemine ve muhteşemliğine inanıyorum. Kadere inanıyorum. “Sen elinden gelenin en iyisini yapmaya devam et, kaderinde varsa olur, diyorum”. O bakımdan içimde bir sakinlik, huzur var. Biliyorsunuz yakın zamanda bir kalp krizi geçirmiştim, bu gece bir kriz gelse ve ölsem…”

Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitirmiş Doğan Hocamız son kitabı “Var mısın?” yazar Deniz Bayramoğlu’nun kaleminde böyle anlatmış. “Bu gece bir kriz gelse, ölsem” demiş. Böylesi mantıklı, duygusal, kaderci bir yaklaşımla. Ve o gün gelmiş.

Bugün aramızda yok. Ancak sözleri, gülümsemesi, içtenliği hala üzerimize tesir halinde, bizimle sohbet eder gibi. İnsanlığı ve insana ait tüm duyguları ünvanlarının çok çok önünde olan bu bilge adamın varlığı her zaman aramızda olacak gibi.

Yaşamının sonuna kadar aldığı eğitimlerin yanı sıra en eğitimsiz kişilerden bile öğrendiklerini harmanlamayı başarmış, kendi toprağını ve kültürünü hiç unutmamış, hiç reddetmemiş, bilakis her güzelliği yakıştırmış kendi insanına ve halkına. 

İnsanlara ulaşmanın mutlaka bir yolu olduğuna inanmış, çözümsüzlük yerine, çareler düşünerek faydayı kendine düstur edinmiş bir değerli insan. Verdiği seminerlerde her görüşten insanların olması, salonların doluluğundan, sevildiğini ve her insana dokunabildiğini kendisi de biliyordu.

Bir insana ait tüm duygularını en yoğun biçimde yaşamış, intiharların eşiğinden dönmüş, ancak yaşamının sonuna kadar gelişen, çalışan bir yapıyla her sorunun üzerinden gelebilmiş sonunda huzuru yakalamayı başarabilmiş eşsiz bir ruha sahipti Doğan Hoca.

Kişilerin ancak kendileri isterse değişebileceğini söyleyen, kendisini halktan biri olduğunu düşünen, zamanının çoğunu okuyup yazarak geçirmeyi hedefleyen ancak halk içine girerek gözlemleyerek çalıştığını anlatır birçok yerde. Dolmuşa bindiğini, Pazar yerlerine ve kahvehanelere gittiğini, insan dinamiklerini ve farklı kültürlerden gelen insanların düşünce yapılarını gözlemleyerek çözmeye çalıştığını anlatır.

Bir insan, her kesimden nasıl bu kadar sevilir? Diye merak edenlere en güzel cevap, sanırım bunun için çok çaba göstermesi ve bunu çok fazla istemesi diye söylenebilir.

Kendi iç dünyasıyla hep barışık olan sevgili Doğan Hocamız, Amerika’da eğitim aldığı halde ülkesine geliş gidişlerini hep bir aküyü bitirme ve doldurma olarak tanımlıyor.

Bizim günümüz aydınlarından farklı olarak, ülkesini ve hiçbir gidişat için olumsuz düşünceler, sözler sarf etmiyor aksine kendi vatandaşının Amerikalılarla kıyasladığında çok daha üstün olduğunu gözlemliyor. Belki de onun farkı da budur, sevilmesinin bunca nedenlerinden biri de budur.

Benim en çok dikkatimi çeken düşüncelerinden biri eğitim sistemimizdeki eksikliği gözlemlediği sözleri olmuştur. “Bizim Türk eğitim sistemi değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem değil. Türk eğitim sistemi, malumat aktarma üzerine kurulmuş.” Bu gerçekten güçlü bir eleştiri. Halkta sıkıntı görmeyerek aydın insanımızın eksiğini yine bir aydın olan kendisinden bu şekilde duymak, değerlerimizin önemine vurgu yapması, onun ufkunu gösteren cümlelerdir.

Kültürümüzün hasta olduğunu, iyileştirmek adına elimizde her çeşit materyalin var olduğunu, bunların acilen toparlanarak bu durumumuzu düzeltmemiz gerektiğini özellikle vurguluyor Doğan Cüceloğlu.

Düşünceleri, fikirleri, söylemleri, öylesine bizden biri ki varlığında gösterdiği çabaların hem gençler hem de ebeveynlerin örnek alacağı pek çok düşüncesi mevcut. Bir kılavuz olan her bir kitabını okuyup okutmalıyız.

Son olarak bu güzel insanların çoğalması dileği ile Doğan Hoca’ya saygı ve sevgimizi sunuyoruz. Dünyaya kattığı güzellikler ve inançları kendisine yoldaş olsun, dualarımızla.

Ne hoş bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin…

Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların, onurlu bir yaşamı seçenlerin…(Virginia Woolf)

 

 

 

 

Devamı
HAVASINA SUYUNA

Bir arkadaşımı misafir ettim dün. Aldım, doğruca sahile indirdim. Kızıyla gelmişti. Şöyle bir deniz havası alalım, kahvaltı edelim istedim. Misafirler Bursa’dan olunca, tabi denizi göstermeyi istiyor insan, ister istemez.

Sonunda kahvaltıyı sahilde bir yerde yapmaya karar verdik. Kızımı da aldık, dördümüz memleketimin güzel bir köşesinde denize nazır oturduk.

Tabi denize bakınca hepimizin birden keyfi kaçtı. Bir gün önce yoktu salyalar. Gitti sanmıştım. Yani başka bir yere, en azından kısa bir süreliğine. Belki görmek istemediğimiz için, hani tehlike anında gözlerimizi kapatırız ya onun gibi bir şey. Görünce başka oluyor ne yazık ki.

Bütün keyfimiz kaçtı. Konuşacak onca güzel şey varken, sadece bu salyalara bakarak sohbet etmeye çalıştık. Bir kıyamet filmi izler gibiydik. Yemeğin tadı yoktu. Suda yüzen plastik bardaklar ve salyaların arasından çırpınarak, yer açan balıklara bakıyorduk ibretle.

Daha geçen yıl onları keyifle izlerken, çayın tadı bile ne güzeldi. Her şey nasıl bu kadar üst üste kötü olabiliyor.

İnanılmaz üzücü, insan neler düşünmüyor ki; çocuklara bırakacağımız bir dünyadan tutun da bir daha hiç kendi çocukluğumuzdaki gibi bir denizi ya da yeryüzünü göremeyeceğimiz gibi…

Çocukluğumuzu düşündüm sonra. Belki, bugünkü mavi bayrağımız yoktu ama denize her yerden girilebiliyordu. Hafta sonları piknik sepetini doldurup, salaş çay bahçelerini az biraz geçtikten sonra, ağaçların altında yemyeşil ve masmavi renklerin arasında mutlulukla günlerimizi geçirebiliyorduk.

Ne güzeldi biz çocukken buralar… Havası, suyu, yeşili, mavisi her renk nasıl parlaktı. Marmara tertemizdi.

Biz büyüdük, ülkemiz, ekonomimiz gelişti. Ama dünya kirlendi. Bunları düşünürken, denize bakarak dalgın vaziyette, bir balık yeniden çırpınarak salyalardan çıkardı başını.

Daha fazla bakamadım. Bizimkilere dönüp; “hadi gelin burası denizden ibaret değil. Bir de yükseklere çıkalım” dedim. Hemen kabul ettiler. Üzerimizden ölü toprağını atıp bir taksiye bindik ve on dakika sonra muhteşem havası ve manzarası olan bir köye geldik. Allah’ım inanılmaz güzeldi. Bütün kötü enerjimiz bir anda yok oldu. Uzaktan denize bakıyorduk ve salyalar görünmüyordu.

Birkaç saat kuş cıvıltıları, daldan dala hızla geçen sincaplara bakarak, her şeyin yok oluşunu unutmaya çalışarak, sadece anı yaşamaya çalıştık.

Ancak, ortada bir gerçek var ki, biz gözümüzü kapatınca tehlike geçmiyor. Doğanın yavaş yavaş ölümünü izlerken fark etmiyorduk belki. Böyle her şeyin üst üste gelmesi, bu kadar korkunç görünmesi, insanı elbette düşündürüyor.

Ne hafızamız ne yaşadığımız an bu duruma çare değil.

Ortada bir bedel varsa denizler de biz de fazlasıyla ödüyor muyuz? Ya sonra…

Sonra…

Bir şarkının dizeleri dökülüyor dudaklarımdan…

“Havasına, suyuna, taşına, toprağına

Bin can feda, bir tek dostuma

Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim

Bir cennettir benim memleketim…”

 

Devamı
ÜSLUB-U BEYAN AYNİYLE İNSAN

Bazı sözleri, üslubu, davranışları bazı kişilere yakıştıramazsınız.

Ahkâm keser, öyle güzel ahkâm keser ki; bunu yapanları eleştirerek yapar bunu. Onu izleyenler akıl tutulması yaşar adeta. Çünkü, algılayamaz birçoğu... Bu, ister gündelik hayatta ister sosyal medya mecralarında gerçekleşsin, karakterini yansıtır mutlaka.

Örneğin, sosyal medyada kitleleri peşinden koşturanlar; kaç beğeni var? Kaç takipçi var? Değerler buna göre ölçülüyor. Ne kadar çok beğeni alıyorsan, o kadar iyisindir. Çok beğeni alanları takip edenler de paylaşımı anlasın, anlamasın okumadan, bakmadan beğeniyor. Neticede, insanların ortak algıları kalabalıktır. Kalabalığı sever.

Oysa, kalite bu değil asla. Şayet böyle olsaydı, rakamla da ölçülebilecek olsaydı bugün ‘Tik tok’ denen mecradan felsefe âlimleri, düşünürler çıkardı.

Kendi entelektüelliğini ilan etmiş, tek kişilik cumhuriyetini kurmuş, bir de üzerine sosyal medya gibi bir alan bulmuş bu kişiler, belki gerçek hayatta asla söyleyemeyecekleri sözleri, bu alanda rahatlıkla söyleyebiliyorlar.

Kendilerini dünyanın en özel kişisi olarak görürler, onlar ‘en’dir, bütün dünya onlara bahşedilmiştir. Tektir, eşsizdir. Şiirse şiir, yazıysa yazı, eğitimse eğitim. Başkalarını takdir etmekten hoşlanmaz, ancak kendilerine gelen övgü sözlerini yorumlarda okumaktan büyük keyif alırlar. Çünkü, onların hakkıdır zaten bu.

Bir çoğumuzun kullandığı sosyal medya, artık kendimizi ifade edebildiğimiz tek yer olma yolunda hızla ilerliyor. Gerçek hayatta belli bir çevrenin bireyi olurken sosyal medyada çeşitli çevrelerin, kişiliklerin muhatabı olabiliyoruz. Kaldı ki çift kişilikli, narsist, kişilik bozukluğu olan kişilerle karşılaşma olasılığı çok yüksek. Onlara baktığımızda hemen tanıyamayız. Yüzleri, mimikleri yoktur. Ses tonları yoktur. Tıpkı bulundukları ortam gibi sanaldırlar. Ve bu sanal âlemle özdeşleşmiş, bütün dertlerini, iç huzursuzluklarını sizlerle paylaşırlar. Ancak bir farkla, hep haklı olan kendileridir. Karşı taraf daima suçludur.

Kendileriyle barışık olmayan bu kişileri tanımak zor değil aslında, hemen şimdi bakın listenizdeki arkadaşlarınıza. Mutlaka birkaç tanesi sizde de vardır.

Benim naçizane önerim; ruh sağlığınız için fazla zaman geçirmeyin sanal dünyada. Hiç değilse sizi üzecek kişileri takip etmeyin. Görmek istemediklerinizden uzak durun. Takipten çıkma, iyi ki böyle bir buton koymuşlar. Bunu kullanmaktan çekinmeyin.

‘Takipçisi çoksa bu iyidir’ düşüncesinden vazgeçin. Bu algı operasyonundan başka bir şey değil. Birçok platformda takipçi sayısı arttırmak için para ödendiğini biliyoruz. İçeriğini okumadığınız, neden söz ettiğini anlamadığınız insanların peşine, sırf kalabalıkta bir nokta olmak için katılmayın. Öyle değerler var ki; sayfasına sadece kendi değerinde insanları alıyorlar, çünkü amaçları fikir alışverişinde olmak. Zor değil, buralarda bilgi edinmek için bulunuyorsanız, zaten biraz çaba ile onlara ulaşırsınız. Bırakın kalabalıkta bir figüran olmayı. Kendi hikâyenize başrol olun…

Sağlıklı günler, mutlu haftalar dilerim...

 

Devamı
DÜNYALARA SIĞMAYAN HAYALLERİM

Yaşamım boyunca hayallerimi seçebildim mi?

Ne zaman hayal kurmaya başlasam, sanki başkasına ait bir rüya oluyor. Uyanıyorum…

Muhtemelen hayaller insanları seçiyor.

Hangi çağın ahını yaşıyoruz bilmiyorum. Ne zaman mutlu olmaya kalksam, dünyanın bir yerinde çocuklar ölüyor. Ya da bir kadın şiddete maruz kalıyor, ülkemin başka bir sokağında. Yazmak istediğimde, başka yazacak bir şey yokmuş gibi bunlar dökülüyor kalemimden ne yazık… Daha önce böyle şeyler hiç yazmamışım gibi…

“Bizi var eden şey seçtiklerimiz değil, vazgeçtiklerimizdir” der, kişisel gelişim kitaplarının en vurucu cümleleri. Kim, neyden ne kadar vaz geçerse o kadar kendi olur. Acaba, kimden ne kadar vazgeçebildim de kendim olmayı başarabildim? Ölümden başka neredeyse her şeye çare bulan insanoğlu, vazgeçmekte neden bu kadar zorlandı? Kendim olmayı başardığımda öğrendim zorluğunu…

“Başarı bir kriter değildir çünkü başarı birçok şeye bağlıdır. Asıl kriter mutluluktur. Çünkü asıl mutluluk sana bağlıdır.” diyen Osho, başarı ile mutluluğu kıyaslamış mı yoksa ayırmış mı? Bilmiyorum. Ama, başarının da mutlulukla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Başardığın şey, hayallerini gerçekleştirmek ise ve sonucunda seni mutlu edebildiyse…

Dünyanın en şanssız insanı belki de anı yaşayamayan, hayal kuramayan, üretemeyen, hiç âşık olamamış, sürekli şikâyet eden, hareket edemeyen kişileridir sanırım. Ben bunların kaçını gerçekleştirdim bilmiyorum. İçlerinden en etkilisi anı yaşamak olmalı, belki zaman zaman bunu başarmış olabilirim.

Mutluluk, neden bu kadar büyük çabalara ihtiyaç duyar? İnsan ansızın gelen, sürpriz mutluluğa da hazırlıklı olmalı mı? O, geldiğinde kaçırmadan hissedebilsin diye. O; bize geldiğinde evde olmak, işlerden başımızı kaldırmak, gülümseyerek, kalbimiz çarparak karşılamak ve hissetmek tüm benliğimizle…

Dünyada keşfedilecek çok fazla şey olması ne muhteşem. Her şeye rağmen, dünya ilginç bir yer. Çünkü, her şeyi bilsek, bu kadar ilginç olmazdı şüphesiz. Hayal gücümüz için ne çok manzaramız var…

Kazanılamayan savaşlara, sır olan her şeye, yazılamayan harflere, sonsuzluk hissine, atılmış kuyulara, sonuçsuz çabalara, acı dolu gülüşlere meydan okuyarak; bir çocuğun koşmaktan bitmiş nefesindeki gülüşüne, defalarca dinlenen şarkılara, ansızın başlayan yaz yağmurunda ıslanmaya var mısınız? Belki, mutluluk tam da buralarda…

Söyleyemediğim ne çok şey var, kabuk bağlayan yaralarım, yazıp yazıp sildiklerim, dünyalara sığmayan hayallerim;

“O yüzden

Selam olsun tuttuğu eli ömür boyu bırakmayana,

O elin demlediği çayda huzur bulana…

Bir yerimiz varsa bu dünyada her şey insanca olmalı.

Sevmek de, yaşamak da, ölmek de…” diyen Edip Cansever’le aynı duyguları paylaşabilirim…

 

Devamı
CANA CAN KATINCA

 

İKRA DENİZ PAMUK

26 Mayıs 2021

İNSAN sağlığının ve canının üzerinde sanırım daha kutsal bir şey yoktur. İnsanoğlunun, yine yeryüzünde varolduğundan beri, en çok korktuğu ve kaygılandığı husus, “belirsizlikler” ve yaşamının akıbetidir…

Tabii akıbet denince de insanların aklına gelen en birinci husus, uzun yıllar sağlıklı bir şekilde yaşamına devam etmektir. Dediğim gibi, şu dünya üzerinde eşref-i mahluk olan insandan ve insanın canından daha değerli bir mefhumun olmasını bekleyemeyiz.

Son yıllarda ortalama ömrün uzaması, yine sağlık koşullarının düzeltilmesi ve tedavi yöntem ve tekniklerinde boyut atlanılmasıyla beraber insanlığın yaşamdan beklentileri de artmakta. Artık gen çalışmalarındaki gelişmeler karşısında, ileri ve yüksek teknolojik cihazların tıbbî sahalarda da kullanılması, insanların rahatsızlanmadan önce, yani bir bakıma önleyici tedavi yöntemlerinin artık daha fazla sahada kullanılmaya başlanması, insanların yaşam ve ölüm çizgisindeki beklentileri bağlamında daha umutlu olmalarına vesile oldu.

Şimdi, neden bunları yazdım veya neden sağlık ve ölüm gibi insanların en fazla kaygı ve korku hissettikleri duygu durumundan bahsettim. Bildiğiniz gibi, dünyamız ve dolayısıyla insanlık, 2 yıldır Covid-19 salgınından ötürü elleri ve kolları bağlanmış bir vaziyette nihai akıbetini beklemekte. Tabii bu salgının, tüm insanlar üzerinde benzer tesirleri ve nihai sonucu vermesi beklenmiyor. Ama öte yandan, kâh devletlerin kâh özelde de insanların olması gereken zamanlarda, yeterli “farkındalık” düzeyine erişememelerinden ötürü, yaşama birçok insan veda etmek durumunda kaldı.

SMA rahatsızlığı, belki bir COVİD-19 salgını kadar etkin ve farkındalığı yüksek bir sağlık problemi olmayabilir. Acaba gerçekten de öyle mi? Her şey aslında, toplumların algı ve farkındalık seviyeleri ve yaşanan sorun ve sıkıntılara verdikleri tepkilerle eşdeğerdir. Bugün, bizim toplumumuzda ne kadar kişi, SMA rahatsızlığının bilincindedir ve farkındadır? İnsanlarımız; öylesine ezber yaşamların esiri olmuşlar ki, bazen yanı başındaki öylesine can yakıcı ve alıcı dramların farkında bile olamıyorlar!

SMA rahatsızlığı nedir önce kısaca bir bakalım:

SMA, Spinal Musküler Atrofi’nin kısaltmasıdır.

SMA hastalarında motor sinir hücrelerini besleyen genler yeterli proteini üretemeyince, istemli kaslar görevini yapamaz hale geliyor. Hastanın hareket kabiliyeti azalıyor. Bu da genellikle ölümcül kas güçsüzlüğüne yol açıyor. Hastalık, çocuk yaşta ortaya çıkıyor.

SMA’lı bebekler çoğunlukla başlarını kontrol edemiyor; yutma, emme, tükürme gibi temel işlevleri yerine getiremiyor. Kol ve bacak hareketleri yapamayıp solunum yolu enfeksiyonları nedeniyle, solunum desteği almak zorunda kalıyor.

SMA, dünyada 10 binde 1, Türkiye’de 6 binde 1 görülen bir hastalık. Türkiye’de 3 bine yakın SMA’lı hasta olduğu tahmin ediliyor.

Tedavisi Hakkında Şunların Bilinmesi Gerekebilir:

Hastalık, 2016 yılına kadar tedavisi olmayan hastalıklar listesindeydi ve bebek ölüm nedenlerinde ilk sıralarda yer alıyordu. 2017’de hastalığın ilerlemesini "yavaşlatan" Spinraza adlı ilaç piyasaya sürüldü. Omurilikten enjekte edilen ve ömür boyu kullanılması gereken ilacın bir dozu 125 bin dolar. Yıllık tedavi 375 bin doları buluyor. Türkiye’de uygulanan bu tedavi, SMA için uygun görülen tek tedavi ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından karşılanıyor.

Ancak, bu ilacın dördüncü dozundan sonra, çocuğun her dört ayda bir teste tabi tutulması gerekiyor. Bu test sonucunda eğer çocuk, belirlenen puanlama kriterlerini sağlarsa, tedaviye devam edebiliyor. Öte yandan hastalarda SMA’ya bağlı solunum, yutkunma problemleri baş gösterebiliyor. Fakat SGK, SMA tedavisinde hastanın solunum cihazı gibi medikal ihtiyaçlarının tamamını karşılamıyor.

Bunun dışında iki farklı ilaç daha var. Bunlardan biri Evrysdi (Risdiplam) ilk ve tek ağızdan alınan ilaç olma özelliğini taşıyor. İlaç, 2020 yılında ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylandı. Sağlık Bakanlığı da bu ilacın Türkiye’de kullanımı ile ilgili çalışmalar yürüttüklerini açıklamıştı.

Son olarak ise ailelerin erişebilmek için para topladığı Zolgensma adlı ilaç var.

Aileler Tedavi Masrafları İçin Yardım Kampanyaları Tertip Ediyorlar:

2019’da hastalığın etkilerini durduran ve tamamen iyileşme şansı verdiği belirtilen Zolgensma adlı ilacın kullanıldığı gen tedavisi metodu geliştirildi. Bu tedavi FDA tarafından 2019’da ve Avrupa İlaç Ajansı (EMA) tarafından ise 2020 yılında onaylandı. Söz konusu ilaç bir doz olarak hastaya veriliyor.

Tek dozluk ilacın fiyatı 2,1 milyon dolar. Hastane masrafıyla beraber 2,4 milyona çıkıyor. İki yaşından önce uygulanması gereken ve "tıp tarihinin en pahalı tedavisi" diye nitelenen ilaç için dünyanın her yerinde bağış kampanyaları düzenleniyor. Türkiye’deki aileler de SGK kapsamında olmayan bu tedavi için çoğunlukla bireysel bağış yolunu seçiyor.

Zolgensma, Aralık 2020’de Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun (TİTCK) Yurtdışı İlaç Listesi’ne en üst sıradan eklendi. Bu değişiklik, ilacın reçete edilmesi ve TİTCK’in onay vermesi halinde ilacın tedarik edilebilmesinin önünü açtı. Fakat, listeye girmiş olsa da Türkiye’deki hastalar için, TİTCK’nin çerçevelendirdiği bir kullanım onayı henüz yok.

Değerli okuyucular, sakın ola burada ahkâm kestiğimi zannetmeyin… Ben de bu durumdan yeni yeni haberdar oldum. Aslında ben de belki çoğumuzun yaptığı gibi, böyle sanırım çekim alanımıza girmeyen, böyle bizleri üzecek ve tedirgin edecek husustan bir yakınımın beni “uyandırmasıyla” haberdar oldum.

Şimdi gelmek istediğim nokta…

İKRA DENİZ PAMUK bebeğimiz.

İKRA DENİZ evladımız tedavi için, kritik 2 kg’lık eşiğe dayanmış durumda…

Sizlerden beklentimiz; Deniz bebeğimiz için CAN olmak…

Belki bu yaşam hengamesi içinde…

Geriye dönüp baktığımızda…

Bizler için en büyük kıvanç, bir cana CAN olmak/olabilmektir.

Haydi, çok fazla düşünmeden, hani derler ya… Karınca kararınca Deniz bebeğe bir “EL” verelim…

NOT: HASTALIKLA İLGİLİ BİLGİLER, DEUTSCHE WELLE SİTESİNDEN İKTİBAS EDİLMİŞTİR.

İLAVE NOT: SAKIN YANLIŞ ANLAŞILMASIN… BURADA HİÇKİMSE DUYGU SÖMÜRÜSÜ YAPMAMAKTADIR…

DENİZ BEBEĞE, KARINCA KARARINCA DESTEK OLABİLMEK ADINA;

VALİLİK ONAYLI İBAN;

TR24 0006 4000 0013 0221 38 13 18

İŞ BANKASI

ALICI: EMEL PAMUK

AÇIKLAMA: “DENİZEHAYATOL”

 

 

 

Devamı
KÜÇÜK ZERDALİ AĞACIM

Zemheride bahar mı olur

Akşamları seyret anlarsın

Sakın erkenden çiçek açma

Küçük zerdali ağacım…C. Külebi

Nasıl da bahara hasret yaşıyoruz yasaklarda. Bir yıl daha göremeyecek miyiz?

Biz de Cahit Külebi gibi diliyoruz; “sakın erkenden çiçek açma” az daha sabret, belki ucundan da olsa görürüz, ağaçlardan ılık esen rüzgarla dökülen çiçekleri. O zemheri için uyarıyor küçük zerdali ağacını, oysa biz görmek istiyoruz. Önce tomurcuklanan, sonra rengarenk açan ağaçları, baharın bin bir rengini. Kuş cıvıltılarını, papatyaları, gülleri, şakayıkları.

Bir yıl kaçırdık ömrümüzden baharı, bu yıl kaçırmak istemiyoruz, “bekle, acele etme” diyoruz.

Umudun adı bahar, aşkın, yaşamı sevmenin adı. Yeniden umut etmek istiyoruz.

Bir bahar arifesinde, dünyamıza çöken karabulutlarla aklımızdan da ömrümüzden de çıktı gitti. Tüm dünyanın güzellikleri. Can derdine düştük. Evlerimize kapandık, geçsin diye bekledik. Geçmedi…

Şairlerin en coşkulu olduğu; seslerin, renklerin, gökyüzünün, denizin, kuşların şarkısı bahar. Sen varken dünyada hiç hüzün olur mu? Oysa bilemedik, bencilce yaşadık, tükettik seni. Dünyanın bir başka yerinde, bir çocuk ölürken, mevsimin bir önemi yoktu onun için, bunu hiç düşünemedik. Şairlerin bile hüzünlü şeyler yazmasına kulak asmadık baharda. Çünkü biz seyre dalmıştık evreni, renkleri ve sesleri.

O pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
hürriyet denen ifrit…
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
bittecrübe sabit…

Neden böyle demiş Nazım? Baharda böylesi hüzünlenmiş hürriyeti için, düşünmedik. Onun ki sadece sevdiğine hasretlik değil, baharda hürriyetine olan özlemini de dile getirmiş.

Ahmed Arif şöyle anlatmış baharda içerde olmayı;

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…

Bizim durumumuz benzer mi sizce? Onların hürriyeti, bizimse kısıtlı yaşamımız…

Bu çağın insanı için az şey yaşamıyoruz. Aylardır sevdiklerimize sarılamamak, dost sohbetlerinden uzak kalmak, en sevdiğimiz geleneklerimiz, eğlencelerimiz, düğünlerimiz, cenazelerimiz, üç beş kişiyle. Ya kayıplarımız, her birimizin hasta olma olasılığı, en sevdiklerimizi koruma telaşı, sahi ne yaşıyoruz biz? Üzerinden asırlar geçse unutamayacağız bu günleri. Artık cümlelerimiz tekrara düşüyor, hepimizin dilinde hem duymaktan sıkıldık hem konuşmaktan bıkmadık.

Dilerim bu baharda son yasaklarımız olur. Ol emrine muhtacız Rabbim.

Hastalığın aniden dünyamıza kara bulutlar gibi çökmesi nasıl vuku buldu ise, bahardaki ılık esen meltemlerin çiçekleri nazlı nazlı dökmesi gibi üzerimizdeki bu karanlığı götürmesini ve gökyüzümüzün aydınlanmasını diliyoruz.

Sen bizi bekle yine de küçük zerdali ağacı. Umudunu kaybetme…

 

 

Devamı
MAKBER

Az önce öldüm ben…

Tam salonda, kanepede uyurken öldüm. Güpegündüz herkes işinde gücündeyken öldüm. Ben neden o kanepede yatıyordum? Üstelik hiç adetim olmadığı halde, gün içinde lümpen bir vaziyette.

Öldüm de mi yattım, yoksa yattıktan sonra mı öldüm? Bunu bilmiyorum, zannederim hiçbir zaman da bilmeyeceğim.

Az sonra eşim geldi, anahtar sesini duydum. Herkesi gelişinden tanırım ben. Eşim sessizce baktı bana uyuduğumu düşündü, yavaşça mutfağa geçti. Yemek yapmış mıydım? Hatırlamıyorum. Seslenmek istiyorum, sesim çıkmıyor. Ölüyüm çünkü ben. Eşim biraz oyalandı mutfakta. O sırada çocuklarım geldi. İki oğlum var benim, bir de kızım. Onlar da bana bir göz atıp, odalarına geçtiler. Yemek saatini bekliyorlar. Yemek hazır olunca sesleneceğim onlara. Kalkamıyorum. Kimse beni duymuyor.

Eşim bir terslik olduğunu hissetmiş gibi kapıdan geçerken seslendi, durakladı İki kez daha seslendi. Geldi kapıdan bana bakıyor, tedirgin. Bir kez daha ama bu kez daha sessiz adımı söyledi. Yanıma geldi, dokundu huzursuzca, hatta biraz da korkarak, bunu titremesinden anlıyorum. Kolum düştü biraz sarsınca. Yüzümü ellerinin arasına aldı. Bağırmaya başladı. Çocuklar geldiler. Hepsi bağırıyordu. Allah’ım duymak istemiyorum bu sesleri. Şaşkın, sarsak ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette yere çöktüler. Ağlıyor, bağırıyorlardı. Küçük oğlum diğerlerinden daha sakindi. O zaten hep öyle sessiz ve içinde yaşar duygularını. Telefon ediyor birilerini arıyor. On beş dakikada evin içi doldu. Herkes burada; annem, kardeşlerim, eşimin ailesi, komşularım, arkadaşlarım. Benim bu kadar sevenim var mıydı ki? E neden bunları fark etmiyordum bir gün öncesine kadar. Neden hep yalnız hissediyordum?

Şimdi herkes benim için üzülüyor, ağlıyor. Kardeşim yanıma geldi, elleriyle yüzüme dokunarak “beni affet, çok pişmanım,” diyerek dualar okumaya başladı. Doktor getirmişler, doktor hızla aletlerini çıkardı kalbimi, nabzımı dinledi. Umutla bakan bir sürü göze dönerek; “maalesef” sözü çıktı dudaklarının arasından. Doktorluk mesleğini hep garip bulurum. İnsanların en duygusal anlarına muhatap olurlar sürekli. Sanırım bir süre sonra her şey gibi duygusallıkta sıradanlaşabiliyor. Oradan hemen biri bir örtü getirip üzerimi örttü. Ama ben hala görebiliyorum onları.

Şurada oturan arkadaşım, duyar duymaz koşmuş gelmiş. Ah canım arkadaşım oysa defalarca kırmışlığı vardır beni. Anneme bakıyorum, sessiz sedasız yaşlar dökülüyor gözünden. Sonrasında yanına gelip hatırını soran birine, ağrılarından söz ediyor.

Gece ilerliyor, kızım perişan yerde oturuyor. Yemesi için bir şeyler getiriyorlar, reddediyor. Üşüyor gibi kalın bir hırkaya sarınmış, biraz dikkat edince benim hırkam olduğunu fark ediyorum. Oğullarım gelen gidenle ilgilenmeye çalışıyorlar. Neler olduğunu anlamadıklarından söz ediyorlar. Şimdiden anı oldum, beni anlatırken geçmiş zaman kipiyle konuşuyorlar. Gece uzun hepimiz için. Acının ateşi hepsini yakıyor ve ara ara uyku gözlerine gelip oturuyor, sıçrayarak uyanıyorlar.

Sonunda sabah oluyor. Evde bir telaş, benim mutfağımda yabancılar kahvaltı hazırlıyor. Çayın kokusu yayılıyor; yorgun, uykusuz ve üzgün insanların nefislerine. Eşimi ve çocukları zorluyorlar, bir iki lokma yemeleri için bugünün yorucu olacağını, güçlü olmaları gerektiğini fısıldıyorlar. Sonuçta hayat devam ediyor. Kahvaltı ediliyor.

Cenazenin tüm kuralları uygulanıyor ve ben nihayet mezarın içindeyim. Son kez mezara inen kardeşlerim, çocuklarımın hıçkırıklarını duyuyorum. Üzerime toprak atıyor en sevdiklerim. “Atmayın” diye haykırmak istiyorum. Sesim çıkmıyor. En sevdiklerim ölümün gerçekliğinden söz ederek, teselli ediyor çocuklarımı. Sabır diliyorlar ve bu acının da geçeceğini anlatıyorlar.

Acı geçmeli elbette,

Düşünüyorum o mezarın içinde; ben kimde ne kadarım?

Ve….

Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer; yorgun olduğumda o yatağın içine girer dinlenirdim. Ben olmadığımda her şey kötüye gidecek diye korkmazdım. Akışa bırakır, anlık küçük mutlulukların tadını çıkarırdım. Yarın endişesi, gelecek kaygısı yaşamazdım. Kullanmaya kıyamadığım ne varsa sonuna kadar kullanır, tadını çıkarırdım.

İlle de her gece aynı saatte yatmaz, kuralları ihlal ederdim. Üzerim kirlenecek diye çimenlere, toprağa oturmakta tereddüt etmezdim.

Yaşadığım hiçbir duyguyu içime hapsetmez; gülmekse güler, ağlamaksa ağlardım.

Çocuklarımın küçüklüğünde onlara daha çok zaman ayırır, temizlik ve beslenmeleriyle ilgilendiğim kadar, onlarla çocukluğumu yaşardım.

Yaşamın her dakikasını her an bitecek gibi dolu dolu yaşar, küçük şeyleri dert etmezdim.

Tek bir hayatımız var ve bir gün sona eriyor. Mutlu olmak için nedenler bulur, o hayatı hem kendime hem sevdiklerime cennet ederdim.

Ben ne kadarını başardım bilmiyorum. Yapamadıklarımı üzülerek, pişmanlıkla izliyorum…

 

 

 

Devamı
LOUDİNGİRRA

Her insan bir dünya deriz; her insanın hayatının ilginç olduğunu da düşünürüz çoğu zaman. Oysa öylesine benzer hayatlar yaşarız ki birinin hikayesini dinlerken “aynı ben” dediğimiz bile olur. Oysa duygular zengindir, çeşitlidir, azadedir. Bizim farklılıklarımız; duygularımız ve hayallerimizdir.

Bizim gibi kapalı toplumlarda yetişmiş kişiler, muhayyilesini dahi anlatmaktan aciz iken bunu gerçekleştirmek için yollara düşmüş cesur kişiler de hikayeler ve hatta efsaneler yazar.

Hikayesi olan insanlar vardır. Biz bunları ilgiyle takip eder, izler, okuruz. Onlara bizden biri gibi değil, cesaretlerine hayran kalarak bakarız. Keşke yakından tanısaydık, oturup birkaç saat geçirebilme zamanımız olsaydı, neler sorardık? Belki yüzlerce soru gelirdi aklımıza. Hayranlıkla izler, hiç susmasın isterdik. Hayatımızın bir yerinde olsunlar, arada sohbet imkânımız olmasını dilerdik. Belki inceden kıskanırdık, hiçbir zaman onlar gibi olamayacağımızı düşünüp, gıpta ederdik.

Sizlere bahsetmek istediğim kişi; günlerdir araştırdığım ve inanılmaz bir hikayeyle karşılaştığım, roman okur gibi heyecanlı bir dünyayla tanıştığım, Loudingirra Özdemir.

Loudingirra; Sümer uygarlığında 23 kil tablete metin yazmış bilinen ilk şair. Bu tabletlerin önemli bir kısmı İstanbul Arkeoloji Müze’sinde bulunuyor. Yıllar önce Oğlak Yayınlarının yayınladığı bir edebiyat dergisine de adını vermiş Loudingirra. Ancak bu kadarla bitmiyor, “100 ülkede 100 türkü çığırmak” diyerek yola çıkan genç bir seyyahın da müstear ismi Loudingirra.

Kim bu Loudingirra Özdemir?

Yüz ülkede yüz türkü çığırmak ve yüz hikâye toplamak için geri dönmemek üzere yola çıkmış genç bir seyyah. İspanya, Brezilya, Fransa, Hollanda, İsviçre ve daha birçok ülkeyi gezmiş, dört yıldır vatanından uzakta, memleket hasretini yanından ayırmadığı “püsküllü yoldaş” ismini verdiği bağlamasıyla gidermeye çalışan bir aşık. Loudingirra geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye gelmiş ve dört yıldır ‘dönmemek üzere’ dediği seyahatine ülkesinden devam etmekte. Dünyanın en ilginç hikayelerini bu dört yılda toplamış, sazını konuşturduğu gibi cümleleriyle de kendisine hayran bırakan genç gezginci, sevenlerine İstanbul’dan “merhaba” diyor.

Konya Beyşehir’de doğmuş, dört yılda otuzdan fazla ülke gezmiş, parası ve banka hesapları olmadan günü birlik yaşıyor, temel ihtiyaçlarını sokaklarda çaldığı enstrümanlarla elde ettiği parayla karşılıyor. Tanımadığı insanların evinde konaklayarak yaşamına devam ediyor.

Neydi Loudingirra’yı evinden ailesinden düzeninden kopararak dönmemek üzere yollara revan eden?

Kaçıyor mu? Arıyor mu?

21. yüzyılın dervişinin derdi neydi? Varmak mı? Yolda olmak mı? Her gittiği ülkede yeni bir dil öğrenerek düşünce dilini küçülttüğünü düşünüyor, ancak gitmekten vazgeçemiyor.

Muhafazakâr, Sünnî bir aileden geliyor, kendisini; ilahiyatçı, felsefeci ve gezgin olarak tanımlıyor. Her ne kadar kendisini belli kalıplar içinde tanımlamayı reddetse de kendi söylemleri bu şeklide. Diniyle inancıyla mesleği ile var olmadığını, sadece “var” olduğunu dile getiriyor.

Ailesi ve ismi sorulduğunda, aile bağlarının çok iyi olmadığını babasının peşinden camilere giderek büyüdüğünü, projesinden ailesinin haberi olmadığını anlatıyor.

“Babamın peşinden, sabah namazına koşuşturan o çocuğun anılarını yad etmek için, Orta Doğu camilerinde dindar bir Müslüman’ım. Paris’te Descartes hakkında tartışan bir felsefeciyim. Amsterdam’da esrarlı kafayla bisiklet süren bir turistim. Konakladığı her ülkede tek gecelik ilişkisi olan çapkın bir erkek, iki tane iri mavi göz uğruna, bir ülkede altı ay süreyle yerleşik hayat yaşayan romantik bir aşık. Vatansızlığım aklıma düştüğünde, bağdaş kurup yanımdan ayırmadığım sazımla türkü çığıran bir müzisyenim ve henüz sırası gelmediği için anlatamadığım birçok şeyim. Elimde saz var diye beni türkücü, deyiş söylüyorum diye Alevi, esrar çekiyorum, içki içiyorum diye ayyaş, Tanrı’yla kendi üslubumla konuşuyorum diye inanç değerleriyle dalga geçen bir kadir zannetme. ‘Gerçek adın ne?’ diye sorma. ‘Memleket nere?’ sorusunu sorma. Beni bir kalıba sokma!” diyerek, ailesiyle bağlarının koptuğunu anlatıyor.

Rahatsız olduğu soruları sıralıyor bir bir. Yargılanmadan önce insan olduğunu haykırıyor. Ben insanım diyor, günahıyla, vebaliyle insanım.

O bu yola çıktığında her insan kadar korkak, her insan gibi utangaç ancak birçok insandan daha cesurdu.

Bu kadar zengin bir kişiliği ve yaşadıklarını anlatmaya kelimeler yetmez muhtemelen. Belki kendi kelimeleri de yetmeyecektir, duygularını ve yaşadıklarını anlatmaya.

İnstagram hesabında İstanbul’a geldiğini ve konakladığı bir ailenin yanında yazdıkları; içinde bulunduğu haleti ruhiye yi açıklıyor.

Yaşadıkları, var olmanın sancıları, yolun acıları, geride kalanlar, varacağı yerler, biriktirdiği hikayeler, dilini unuttuğu anlar, bir sonraki günün getirecekleri…

Yüz ülkede yüz türkü çığırmak; dilerim hayalin gerçekleşir ve sen aradığını fazlasıyla bulursun güzel insan…

 

 

Devamı
COĞRAFYA KADER MİDİR?

Dünyada birçok coğrafya olmasıyla birlikte, en çok Ortadoğu için dillerde dolaşan bir sözdür “coğrafya kaderdir” sözü. Sanki içerisinde gizli bir aşağılama, tembellik, geri kalmışlık, kültürsüzlük, sömürülmeyi hak etme, bilimsellikten uzak, sorgusuz kabullenmişliği anlatır.

Bilindiği üzere bu söz İbn Haldun’a atfedilir. O zamanlardan günümüze kadar gelmiş ve üzerine çokça konuşulmuş. Kimisi bunu tamamen reddederken, bazıları ‘kaderdir’ diyerek rıza göstermiş.

İbn Haldun kendi çağının durumuyla ilgili bu sözü söylemiş olabilir. Bu günlere geldiğimizde bu fikirler bilimsellikten çıkmış, söylemin amacı değişmiştir. Bununla birlikte “coğrafya kaderdir” sözü yerine, coğrafya etkiler diyebiliriz oysa.

Kader, İslam dininin en belirgin inançları arasındadır. Elbette ki kaderin varlığını inkâr etmemiz söz konusu değildir. Ancak, “coğrafya kaderdir” sözü, zamanında İbn Haldun’un söylediği manada bile değil günümüzde. Öyleyse kadere değilse de söylenen, yerleştirilmeye çalışılan, dayatılan zihniyetedir itirazımız. “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. (İsra 13)” bizim kader inancımız budur işte.

Öte yandan coğrafya dediğimizde; dilimiz, sesimiz, bakışımız, örfümüz, rengimiz coğrafyadan coğrafyaya değişiyor elbette. Ancak, “bizim buralarda böyle, ne yaparsak yapalım değişmez” gibi söylemler kabullenişin, rıza göstermenin, bu anlamda mücadele etmemenin suçunu coğrafyaya yüklemek ne kadar doğru, bilemiyorum.

Yıllar öncesinde kurulmuş medeniyetler; güneş aynı güneş, toprak aynı toprak. Savaşlar, ölümler, dağ, tepe, zılgıtlar, acılar… Ne değişti de medeniyetin beşiği denilen yerlere “coğrafya kaderdir” sözü yerleştirildi. Bir basiretsizlik, bir kabullenmişlik. İtiraz edememe. Karamsar, çıkışsız, sıkışmışlık, çaresizlik… İşte bu kader olamaz.

Bilim kaderi reddediyor. Gözleme ve deneye dayandırıyor. Allah bilimi emrediyor.

Konu kadercilik olduğunda; dini söylemlerde, inançlarda, inançsızlık da konuya mevzu oluyor. Bizim bir coğrafyada doğmuş olmamız kaderdir, değiştirilemez. Ancak, o coğrafyada yaşadıklarımızı değiştirmek elimizdedir.

Sartre; “varoluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” der.

Neticede kaderin varlığını kabul ederek, hangisi kader hangisi değil ayrımını yapabilmeliyiz.

Ortadoğu’da yaşananlar asla kader değil. Öğretilmiş çaresizliktir.

Devamı
GÖLGE ETMEYİN

Kadınlar gününün bize, dünyaya nereden geldiğini hemen herkes biliyor artık.

New York’ta 1857 yılında bir dokuma fabrikasında greve giden işçilerin, polisin saldırısına uğrayarak fabrikaya kilitlenmeleri. Sonrasında çıkan yangında çoğunluğu kadın tam 129 kişinin ölmesi.

Yani olay bu.

Esasında gerçekten bir dram. Kutlanacak nesi var, anlayamıyorum. Bu olayı, unutturmamanın kuyumcu ya da çiçekçilerle ne alakası var, onu da bilmiyorum.

Diyelim ki kadınlara bir jest yapılmalı ki, bu da hiç iç açıcı değil. Nasıl ki erkekler günü diye bir şey yoksa, kadınlar günü de olmamalı diye düşünüyorum bir kadın olarak. Erkek egemen toplumda iyi bir şey olsa, emin olun ‘erkekler günü’ haftada bir gün kutlanırdı.

Öyleyse çok anlamlı değil, hiç gereği de yok.

Erkekler, kadınlar gibi detaycı ve inceliklere sahip değildir, yani yaratılışları kıyaslandığında; kadınlar dünyaya güzellik, incelik, barışçıl ve farklı bir zekayla bakabilen yaratıklardır. Nasıl oluyor da böyle bir güne razı olabiliyorlar?

Bu kadar detaycı ve farklı düşünebilen ve artık günümüzde ekonomik özgürlüğünü kazanmış kadınları, bir günlük ilgiye mecbur bırakan sistemi neden kabul ediyoruz?

Bugüne kim karar vermiş?

“1921 yılında Moskova’da toplanan kadın konferansının ardından bir karar çıkmış ve 8 Mart artık ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kutlanmaya başlanmış.”

Bu kutlamalardan mutlu olan taraf, gelir düzeyi yüksek olanlar için kuyumcular, daha alt seviyede çiçekçiler, takı toka işleri, bir de bundan bihaber olan bir grup daha var ki, bu sıralamaların hiçbirine girememiş.

Neticede değişen hiçbir şey olmuyor, ertesi gün herkes kaldığı yerden hayatına devam ediyor.

Kadına değer vermek bu mudur?

Bir sebepten hayatlarını kaybetmiş kadınlar üzerinden tertiplenen eğlenceler, yemekler, hediyeler…

Oysa bizim örf, adet, dinimizde kadına sınırsız verilen değerlerden söz edilememesi bile çok enteresan.

“Cengiz Han hanlarına, "Ben Hanlar Han'ı Cengiz Han, hepinizin hanıyım", eşini göstererek; "Bu da benim HAN IM" demiş. İşte erkeklerin "eşim" anlamında söyledikleri "hanım" kelimesi buradan geliyor...”

İşte bizim örfümüz, ananemiz… Bu değer değil midir?

Ya dinimiz; o yüce peygamber Hadisi Şerif’te; “Cennet anaların ayakları altındadır.” diyor. Bu sadece bir tanesi. Ayetlere ve diğer hadislere girmeyeceğim.

Her şeyi bir kenara bırakalım, yakın tarihe gelelim. Büyük önder Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduğunda yaptığı devrimlerin en önemlilerinden biri, kadına seçme ve seçilme hakkı vermesi değil mi?

Madem kutlanacak bugünün tarihinde kutlansın. Batıya örnek olacak bir devrim değil miydi sizce de?

Kadına değer vermek ne çiçekle ne mücevherle ne de bir güne sığdırmakla olur. O zaten yaratıcı tarafından değerli yaratılmıştır. Sizlerin ona yaptığınız davranışlar, sadece sizin değerinizi gösterir.

Öyle güzel insanlar tanıyorum ki; dünyayı birbirine cennet eden…

Her şey elimizde, bunun için bir tarihe lüzum yok. Lütfetmeyin…

GÖLGE ETMEYİN, BAŞKA İHSAN İSTEMİYORUZ KİMSEDEN.

 

 

 

 

Devamı
CHP VE MUHALEFET OLAMAMAK

 

Son günlerde uzaktan da olsa izlediklerim beni şaşkına çeviriyor. İktidar muhalefete pas veriyor. Muhalefet de aynı şekilde iktidara dönüş yapıyor.

Sahi neler oluyor…

Türkiye’de ve dünyada her yer yasaklar içinde mücadele ederken, Türkiye’deki kongrelerin yasaklara rağmen ‘lebaleb’ dolu olması, siyasi bir rehavet mi desem, yoksa iktidar olmanın keyfiyeti mi? Bilemedim…

Bazı bölgelerden gelen özür daha bitmeden bir diğer kongre.

Kongreler oy toplamak yerine, oy kaybetme toplantılarına dönüşebilir.

İktidarda durumlar böyleyken, muhalefet her zaman ki aymazlığın ve muhalefette kalmanın rahatlığı içinde. Sanki asla iktidar olamayacağını biliyor ve buna inanıyor. Ancak o da iktidar gibi dikkatsiz. Bu millet onu muhalefet yaptığı gibi, bu hakkını da çok kolay elinden alabilir.

Yıllardır AKP’li belediyelerin hizmetleri ortada. Buna rağmen eksiklikler olmuş ki halk onlardan yetkiyi almış. Ancak, İstanbul eski günlerine bu kadar hızlı nasıl dönebiliyor, aklım almıyor. Hazır kurulu sistemi de mi işletemiyorsunuz? İstanbul çöp deryasına dönmüş, korkum o ki kuraklık bahane edilerek su kesintileri de yaşayabilir İstanbullular. 

Benim öngörüm; halk her şeyi izliyor. Görüyor…

Yasaklara rağmen, bunca sıkıntı içerisinde sergilenen siyasi faaliyetler, toplumda huzursuzluğa neden oluyor.

Böyle bir muhalefet olursa, iktidar da böyle rahat olur işte.

Demek ki neymiş? Muhalefet olmak yan gelip yatmak değilmiş. Ülke için proje üretmek ve iktidarı buna zorlamakmış.

Yapacak ne çok işi var muhalefetin, oysa zerre kadar iktidar hayali olmayan bir CHP’nin karşısında iktidar olmakta hem kolay hem eğlenceli.

Tam da bu yüzden halk; iktidara sürekli devam derken, yapılan onca güzel hizmetleri bu kongrelerle gölgelememeli.

 

Son günlerde uzaktan da olsa izlediklerim beni şaşkına çeviriyor. İktidar muhalefete pas veriyor. Muhalefet de aynı şekilde iktidara dönüş yapıyor.

Sahi neler oluyor…

Türkiye’de ve dünyada her yer yasaklar içinde mücadele ederken, Türkiye’deki kongrelerin yasaklara rağmen ‘lebaleb’ dolu olması, siyasi bir rehavet mi desem, yoksa iktidar olmanın keyfiyeti mi? Bilemedim…

Bazı bölgelerden gelen özür daha bitmeden bir diğer kongre.

Kongreler oy toplamak yerine, oy kaybetme toplantılarına dönüşebilir.

İktidarda durumlar böyleyken, muhalefet her zaman ki aymazlığın ve muhalefette kalmanın rahatlığı içinde. Sanki asla iktidar olamayacağını biliyor ve buna inanıyor. Ancak o da iktidar gibi dikkatsiz. Bu millet onu muhalefet yaptığı gibi, bu hakkını da çok kolay elinden alabilir.

Yıllardır AKP’li belediyelerin hizmetleri ortada. Buna rağmen eksiklikler olmuş ki halk onlardan yetkiyi almış. Ancak, İstanbul eski günlerine bu kadar hızlı nasıl dönebiliyor, aklım almıyor. Hazır kurulu sistemi de mi işletemiyorsunuz? İstanbul çöp deryasına dönmüş, korkum o ki kuraklık bahane edilerek su kesintileri de yaşayabilir İstanbullular. 

Benim öngörüm; halk her şeyi izliyor. Görüyor…

Yasaklara rağmen, bunca sıkıntı içerisinde sergilenen siyasi faaliyetler, toplumda huzursuzluğa neden oluyor.

Böyle bir muhalefet olursa, iktidar da böyle rahat olur işte.

Demek ki neymiş? Muhalefet olmak yan gelip yatmak değilmiş. Ülke için proje üretmek ve iktidarı buna zorlamakmış.

Yapacak ne çok işi var muhalefetin, oysa zerre kadar iktidar hayali olmayan bir CHP’nin karşısında iktidar olmakta hem kolay hem eğlenceli.

Tam da bu yüzden halk; iktidara sürekli devam derken, yapılan onca güzel hizmetleri bu kongrelerle gölgelememeli.

Devamı
CHP VE MUHALEFET OLAMAMAK

 

Son günlerde uzaktan da olsa izlediklerim beni şaşkına çeviriyor. İktidar muhalefete pas veriyor. Muhalefet de aynı şekilde iktidara dönüş yapıyor.

Sahi neler oluyor…

Türkiye’de ve dünyada her yer yasaklar içinde mücadele ederken, Türkiye’deki kongrelerin yasaklara rağmen ‘lebaleb’ dolu olması, siyasi bir rehavet mi desem, yoksa iktidar olmanın keyfiyeti mi? Bilemedim…

Bazı bölgelerden gelen özür daha bitmeden bir diğer kongre.

Kongreler oy toplamak yerine, oy kaybetme toplantılarına dönüşebilir.

İktidarda durumlar böyleyken, muhalefet her zaman ki aymazlığın ve muhalefette kalmanın rahatlığı içinde. Sanki asla iktidar olamayacağını biliyor ve buna inanıyor. Ancak o da iktidar gibi dikkatsiz. Bu millet onu muhalefet yaptığı gibi, bu hakkını da çok kolay elinden alabilir.

Yıllardır AKP’li belediyelerin hizmetleri ortada. Buna rağmen eksiklikler olmuş ki halk onlardan yetkiyi almış. Ancak, İstanbul eski günlerine bu kadar hızlı nasıl dönebiliyor, aklım almıyor. Hazır kurulu sistemi de mi işletemiyorsunuz? İstanbul çöp deryasına dönmüş, korkum o ki kuraklık bahane edilerek su kesintileri de yaşayabilir İstanbullular. 

Benim öngörüm; halk her şeyi izliyor. Görüyor…

Yasaklara rağmen, bunca sıkıntı içerisinde sergilenen siyasi faaliyetler, toplumda huzursuzluğa neden oluyor.

Böyle bir muhalefet olursa, iktidar da böyle rahat olur işte.

Demek ki neymiş? Muhalefet olmak yan gelip yatmak değilmiş. Ülke için proje üretmek ve iktidarı buna zorlamakmış.

Yapacak ne çok işi var muhalefetin, oysa zerre kadar iktidar hayali olmayan bir CHP’nin karşısında iktidar olmakta hem kolay hem eğlenceli.

Tam da bu yüzden halk; iktidara sürekli devam derken, yapılan onca güzel hizmetleri bu kongrelerle gölgelememeli.

 

Son günlerde uzaktan da olsa izlediklerim beni şaşkına çeviriyor. İktidar muhalefete pas veriyor. Muhalefet de aynı şekilde iktidara dönüş yapıyor.

Sahi neler oluyor…

Türkiye’de ve dünyada her yer yasaklar içinde mücadele ederken, Türkiye’deki kongrelerin yasaklara rağmen ‘lebaleb’ dolu olması, siyasi bir rehavet mi desem, yoksa iktidar olmanın keyfiyeti mi? Bilemedim…

Bazı bölgelerden gelen özür daha bitmeden bir diğer kongre.

Kongreler oy toplamak yerine, oy kaybetme toplantılarına dönüşebilir.

İktidarda durumlar böyleyken, muhalefet her zaman ki aymazlığın ve muhalefette kalmanın rahatlığı içinde. Sanki asla iktidar olamayacağını biliyor ve buna inanıyor. Ancak o da iktidar gibi dikkatsiz. Bu millet onu muhalefet yaptığı gibi, bu hakkını da çok kolay elinden alabilir.

Yıllardır AKP’li belediyelerin hizmetleri ortada. Buna rağmen eksiklikler olmuş ki halk onlardan yetkiyi almış. Ancak, İstanbul eski günlerine bu kadar hızlı nasıl dönebiliyor, aklım almıyor. Hazır kurulu sistemi de mi işletemiyorsunuz? İstanbul çöp deryasına dönmüş, korkum o ki kuraklık bahane edilerek su kesintileri de yaşayabilir İstanbullular. 

Benim öngörüm; halk her şeyi izliyor. Görüyor…

Yasaklara rağmen, bunca sıkıntı içerisinde sergilenen siyasi faaliyetler, toplumda huzursuzluğa neden oluyor.

Böyle bir muhalefet olursa, iktidar da böyle rahat olur işte.

Demek ki neymiş? Muhalefet olmak yan gelip yatmak değilmiş. Ülke için proje üretmek ve iktidarı buna zorlamakmış.

Yapacak ne çok işi var muhalefetin, oysa zerre kadar iktidar hayali olmayan bir CHP’nin karşısında iktidar olmakta hem kolay hem eğlenceli.

Tam da bu yüzden halk; iktidara sürekli devam derken, yapılan onca güzel hizmetleri bu kongrelerle gölgelememeli.

Devamı
PANDEMİNİN YILDÖNÜMÜ GELİRKEN

Geçen yıl martta pandemiyle yeni tanışmıştık. Daha ne olduğunu anlamadan normal hayatımızı kaybedip, belirsizliklerle boğuştuk. Böyle bir zamanda babamı kaybettim.

Yok virüsten değil, kalp kriziydi.

Korku, endişe, belirsizlik…

Acımı yaşayamadım. Kimseye sarılıp ağlayamadım…

Yarım kalmış annem için endişelendim…

Tam olarak neler olduğunu anlayamasak da bir şeylerin değiştiğini hissettik, içten içe…

Yaşadığımız dünyadan korktum…

Bu dünyada olan çocuklarımızdan, geleceğimizden, her şeyden…

Daha önce de korkularımız olmuştu. Televizyonların ülkemizi tehdit eden savaşlarını gösterdiklerinde…

Hepimizin dilinde; “normalimiz yıkıldı, ne zaman bitecek bu pandemi?” sözcükleri…

Her şeyin eskisi gibi olmasını diliyoruz.

Oysa eskisi gibi olursa, yeniden yıkılabilme ihtimalini düşünemiyoruz. Bizim “normal” diye düşünüp, sürdürmeye çalıştığımız yaşamımızı değiştirmemiz gerektiğinin farkına varamıyoruz.

Belki bizim yerimize yeni normali düşünenler vardır. Kendi normallerini yaratmak için…

Pandemi dünyayı yerle bir etti…

Önümüzdeki baharda ya da daha sonra yeniden inşa edilmeye başlayabilir.

Bundan sonra dünyayı neler bekliyor?

Bizi neye alıştırıyorlar?

Gıda sorunu, su sorunu, ilaç, aşı…

Bu ihtimaller düşündürülüp, neye razı ediliyoruz?

Bilimin yetmediği yerde miyiz? Eğer böyle ise ne yapılabilir?

Küçük devletler; yaşadıkları standartın rehavetine kapılmışken, başlarına gelen bu felaketle ayakta kalmaya çabalıyor.

Peki ulus devletler, kendi gelecekleriyle ilgili hangi senaryoları üretiyorlar?

Bir fert olarak gelecek on yılımızın planlarına bir es vermişken; ülkemizi ve dünyayı nelerin beklediğini merak değil, endişeyle bekliyoruz.

Kim bilir Covid-19 ile ölenler bizlerden şanslıdırlar…

Bunları göreceğiz, hâlâ hayatta kalırsak…

Konuşup, yaşayacağız…

Gönül ister ki daha umutlu yazılar olsun…

Tıpkı pandeminin yarattığı deprem gibi…

Yerin altı üstüne gelsin de altından dünyaya umut, güzellik, insanlık yeşertsin…

Biz de bu umutla yaratıcının nezdinde Şems’in bu sözüne sığınıyoruz; “nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”

 

 

 

 

 

 

Devamı
HAYAT KISA

Hava buz gibi…

Havadan, sudan söz etmek için geniş bir zaman. Hem hafta sonu hem yasaklar. Girin bir battaniyenin altına, ister kitap okuyun, isterseniz film izleyin. Uzun zamandır yapmayı isteyip de yapamadığınız ne varsa yapın evde.

Anın tadını çıkarın, sağlıklıysanız, evdeyseniz, yakında bir yakınınızı kaybetmediyseniz. Anın değerini anlamak için bunlarla sınanmayı beklemeden, mutlu olmanın bir yolunu bulun.

Geçmişin ve geleceğin baskısını hissetmeden, bulunduğun anın tadını çıkarabilmek muhteşem bir duygu. Bu kaygıyı hissederek yaşamak ise anın geçip gittiğini fark etmediği gibi, hiçbir zaman da fark edemeyecektir.

Anı yaşamak, aslında anın farkına varabilmek demektir, bence.

Şimdi, şu an ben sağlıklıyım. Ters giden hiçbir şey yok hayatımda, öyleyse neden mutsuzum?

Canım sıkılıyor…

Can sıkılması da nedir?

Can, insanın kendisi demek aslında. İnsanın kendinden sıkılması, rutin hayatının uzun süre devam etmesiyle alakalıdır çoğu zaman. Yapılacak şeyler kişinin kendisine göre değişir. Kimi kendisi için bir zaman ayırarak hobilerine döner, kimisi saç şeklini, yaşamını, tarzını değiştir. Artık hangisi iyi gelecekse yapılabilir.

Somut çözümü bulunamamış bu berbat duygunun geçici olduğunu düşünmek bile, rahatlatmaz insanı. Sıkıldığın başka bir şey olsa bırakır gidersin, insan kendini bırakıp gidemiyor ki…

Cemil Meriç gözlerini kaybettikten sonra yaşadığı bunalımı, gözleri gören bizlere şu şekilde anlatır:

“Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor, kitaplar tuğla oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu bir hastalık…”

Yalnız yaşamayı öğrenmeliyiz belki. Kendimizle zaman geçirmeyi, kendimizi sevmeyi. Hatta çocuklarımıza da öğretmeliyiz bu duyguyla baş edebilmeleri için. Yalnız bir yaşamı seçmek değil bu. Sadece yalnız kaldığımızda bu duyguyla, kendimizle barışık yaşamak için.

Bugün gençlere baktığımızda, gürültüyle, patırtıyla, agresif davranışlarla çözmeye çalışıyorlar. Bu içler acısı çözümsüz bir durum. Odalarında yalnızlar, ancak ruhları kendilerini susturacak kadar gürültülü.

Bir sabah bu sıkıcı rüyadan uyandığımızda; aynı yerden aynı gökyüzüne bakıyoruz, ancak artık sıkılmıyoruz. Bu ruh halinin geçici olduğunu bilerek teselli olmalıyız. Şairin dediği gibi;

“Hayat kısa kuşlar uçuyor.”

 

Devamı
ARKADAŞLARIMA

Birbirimizi ne kadar tanıyoruz?

Hayatımın farklı dönemlerinde tanıştık her birinizle. Kimimiz okulda, mahallede, evlilikten sonra, farklı zamanlarda, farklı yerlerde…

Okulda, sınavlarda kopya çektik, harçlıklarımızı birleştirip karnımızı doyurduk. Flörtlerimizi anlattık. Birlikte izlediğimiz filmleri tekrar tekrar konuştuk. Giysilerimizi ödünç aldık, en özel günlerimize. Okuldan hiç kaçmadık belki ama, çıkışlarda ve hafta sonlarında birlikte ne güzel vakitler geçirdik. Meşhurdur bizim buraların sahili, vapuru. Fazla eğlence seçeneği yoktu belki, birlikte olmak yetiyordu çoğu zaman. Kitaplarımızı paylaştık. Paramız yetmediğinde, farklı kitaplar alıp daha fazla okuyabilmeyi başardık.

Bizim dönemimizde kanka denmezdi. Kan kardeşliği vardı. Kan akıtıp birbirimize sürttüğümüzde artık kan kardeşiydik. Ölesiye korktuğum kandan, sırf kan kardeşi olabilmek için elimi kanatıp, kan kardeşi olmayı başarmıştım. Uzun yıllar sürdürebilmiştim de kan kardeşliklerini.

Ancak büyüdük ne yazık ki. Her birimiz ayrı yerlere savrulduk. Başka arkadaşlar girdi hayatımıza. Artık kan kardeşine de kanka deniyor zaten. Ben; kan kardeşi olmayı başarmıştım, ancak kanka olmayı beceremedim pek. Belki beklentilerim farklı oldu, bunalttım onları. Ya da onların beklentilerinden sıkıldım, zor geldi, kaçtım.

Mesafeli arkadaşlıkları becerebiliyorum hala. Hayat ne zaman buluşturursa buluştursun, bazılarıyla kaldığım yerden devam edebiliyorum. Sanırım, arkadaşlığın en büyük gücü bu olsa gerek.

Bir derdim olduğunda omuzlarında ağlayamıyorum belki, ancak onlarla geçirdiğim her anım kıymetli. En güzel anılarımı biriktirdiğim yerdeler. Bazen yıllarca bütün her şeyini bildiğim, kankam değilse de arkadaşım dediğim, yere göğe sığdıramadıklarımın da ateşle imtihanı olabiliyor. Yollar da ayrılabiliyor bir sebepten. İnsan yaşamında bu sınavlara rağmen vazgeçemiyor, yeni birilerini tanıyıp, içlerinden bazılarıyla arkadaşlık, dostluk etmekten.

***

Paylaşmanın yüceliğini, hiçbir zaman bencilliğin çirkinliğine teslim etmemeli. Arkadaşlarımızdan ne bekliyorsak, biz de ona bunu verebilmeliyiz. İnsan hata üzerine yaratılmış, olur da bir nedenden kırdıysak arkadaşımızı özür dileyip gönlünü almayı bilmeliyiz. Tam tersine olduğunda, içimizdeki öfkeyi bir kenara bırakıp arkadaşımızın özrünü de kabul edebilmeliyiz.

Yaşamımıza giren her insan gibi arkadaşlarımızın da bize, kişiliğimize, duygularımıza katkıları olur. Bizi geliştirir, bazen dönüştürür.

“Bir gün hamamda yıkanırken bir parça güzel kokulu kil vermişti arkadaşım. ‘Misk mi, yoksa amber misin? Ne güzel kokuyorsun bayıldım” dedim kile.

“Ben dedi; basit bir kil idim, bir süre gülle arkadaşlık yaptım, gülün kokusu sindi üzerime!”

Düşünüyorum da bir doğum günü ya da bir cemiyet olduğunda, farklı arkadaşlarımı bir araya getirme imkânı doğuyor. Onların arasında gezerken, her birinin farklı karakterlerde olduğunu şaşırarak fark ederim her defasında. Sanırım, bu herkes için böyledir. Nedir bunun tılsımı? İnsan her karaktere uyumlanabiliyor mu acaba? Yoksa, her arkadaşımızın farklı özellikleri aslında bizde de bulunan insancıl özellikler mi?

Arkadaşlığın en güzel yanı, onları kendimizin seçiyor olmamız bence. Zaman zaman yanılsak da. İlk karşılaştığımızda, hiç hoşlanmadıklarımızın arasından da çok iyi arkadaşlıklar çıkabiliyor.

Yalnızlığı çok sevenler bile arkadaşlığa ihtiyaç duyarlar. En uzun arkadaşlık nasıl olur, bilmiyorum. Ancak son zamanlarda düşündüğüm, çok uzun olması gerekli mi? Yoksa, karşılıklı sevginin ve saygının bittiği yerde, arkadaşlığı da bitirmek daha mı doğru?

İnsanın, hayatına dönem dönem girenlerin her biriyle, ömrünün sonuna kadar aynı muhabbetle devam etmesi çok olası görünmüyor. Bununla birlikte önemli olan, uzun yıllar sonrasında karşılaşıldığında, kaldığın yerden devam edilebilecek kadar bağ kurulabilmesi diye, düşünüyorum.

Ben; hayatıma bugüne kadar girmiş, bir sebepten çıkmış, şu an yaşamımda olan, olmayan bütün arkadaşlarımı seviyorum. Her birinin bana verdiklerine müteşekkirim. Benim, ben olmama sağladıkları katkıları için. En özel anlarımı, paylaşmama izin verdikleri için.

Ez cümle; bugünün kanka, arkadaşlık kavramı yaşadığımız dünya gibi sanal ve geçici, aslolan dostluk ise özlemini duyduğumuz gerçek arkadaşlık kalıcı olandır.

 

 

 

Devamı
GİDEMEDİĞİMİZ YERLERE YOLCULUK

“Beni sahile bağlayan ipi koparsam deniz olacağım, fakat kopmuyor işte. Şu raf raf kitaplar bana o ipi koparmak ilmini daha öğretemedi.” Semiha Ayverdi’nin Ateş Ağacı’nda yazdığı bu söz muhtemelen her insanın içine düştüğü ruh haline örnektir.

Hepimiz yaşarız zaman zaman bu hissi. Belki şu günlerde daha da çok yaşıyoruz. Sıkışmışlık duygusu. Gitmek… Öyle her şeyi geride bırakarak, uzun bir yolculuk ya da dönüşü olmayan bir yolculuk.

Gitmek; belki başka bir ülkeye, belki de küçük bir sahil kasabasına, dağlara… En çok dile getirilen, küçük bir sahil kasabası ya da uzaklar…

Oysa sahil kasabasındakiler de gitmek ister. Yerin önemi yoktur aslında. Yanına kendinden başka bir şey almadan, bir başına sorumluluklarından sıyrılıp, kanat çırpmak.

Ancak istemek başka, gerçekleştirebilmek bambaşka.

Bazen düşünürüm. Giden mi şanslı, yoksa kalan mı? Bir tarafta sorumluluklar; iş, güç, aile, çoluk çocuk, güvende olma duygusu… Bizi gitmekten alıkoyan ve çoğumuzun cesaret edemediği yaşamımızdaki en önemli nedenler… Aslında en kötüsü de alışkanlıklarımız, bulunduğumuz yerin konforu, bu alandan çıkamamak. Her şeyi yüz üstü bırakıvermeyi göze alamıyoruz. Kalıyoruz…

Sorumluluklarımız, prangalarımız bizim. Birçoğu kendi icadımız, esaretlerimiz… Bunlar olmadan da yaşanmaz ki. En nihayetinde bu dünyaya ait canlılarız. Yeşerip budaklanmak için kök salmalıyız. Evlenip çocuk yapmalı, sonra bir çocuk daha, onların okulları, borca girip, ödemeler… Saksıdaki çiçek bile bizi gitmelerden alıkoyabilir çoğu zaman.

Hepimiz biliyoruz ki büyük şehirlerde daha çok yaşanır bu sıkışmışlık hissi. Günübirlik gitmeler bile iyi gelebilir insana. Gitsek bir zaman, özlesek köklerimizi…Belki de köklerimizi özlemeyi istiyoruzdur kim bilir…

Yaşadığımız şu salgın dönemi; nereye gitsek, sıkıntımızı götürecek gibiyiz. Derdimiz sadece hayatta kalmak. Sıkışıp kaldık dünyanın içerisinde her birimiz. Eski gitme isteklerine benzemiyor bu. Nefes almanın bedeli ağırlaştı.

Salgın mı yapıyor bize bunları? Yoksa içinde bulunduğumuz kış aylarının soğuk, sisli, umutsuz havası mı?

“Nasıl bir his biliyor musun? Oda çok geniş ama sığamıyorsun, bak kapı orada ama çıkamıyorsun, pencere açık ama nefes alamıyorsun.” Diyor, Cemal Süreyya. Tam da bu zaman da gitmek, bir şehirden, bir aşktan, bir fikirden…

Şems-i Tebrizi’nin şu sözü de cesaret verici değil de nedir? “Düzenim bozulur, hayatım altüst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını.”

Bahar gelecek; güneş yüzünü gösterdiğinde, salgın bittiğinde o muhteşem gitme isteği kalmayacak mı? Bence kesinlikle daha fazla olacak. Hayallerde bile güzel o istek.

Duygularının peşinden gidebilenler; zaman ve keyif problemi olmayan çok az bir kesim, cesareti olanlar için güzel bir deneyim şüphesiz. Ne kaybedeceğimizi bilir, çekiniriz. Ancak ne kazanacağımızı bilemeyiz. Konfor alanımızı sever, uzaklaşmak istemeyiz.

Ben de gitmedim hiç.

Merak ediyorum; bu bahar kimlerin adımları hayallerinin rüzgârına kapılıp, “başka” yollara düşecek?

Devamı
DİJİTAL DÖNEMDE KİTAP OKUYUCULUĞU

Kitap okumak, yazmak, kitapla hemhal olmak her dönemde saygınlık getiren bir araç olarak algılanmıştır.

Kitabın ilk çıktığı yıllardan, bu günlere gelene kadar geçirdiği evrelerde sanırım en uzun bugün elimize aldığımız, yapraklarını çevirerek, kokusunu içine çekerek okuduğumuz kitaplardır. Bununla birlikte gelişen, dönüşen çağımızda, internet ortamında neredeyse tüm işlerimizi kolaylaştıran teknoloji, kitaba da el atmış ve e- kitap hayatımıza girmiştir. Dünyada hızla yayılan e kitap, ülkemizde aynı hızla ilerliyor mu bilmiyorum. Sanırım, okuma oranı düşük olduğundan çok istatistiklere de giremiyoruz. Kitap okurları, bu durumda, neredeyse ikiye ayrılmış durumdalar. Bazıları, benim gibi geleneksel yöntemde ısrar ediyorken, dijital okumaya, onun getirdiği kolaylıklar ve yenilikleri göz ardı edemeyenle de var şüphesiz. Hiç unutmam, pandemi döneminde okumam gereken bir kitap vardı; Yaşar Kemal’in “Binboğalar Efsanesi”, zamanım kısıtlı, kargolar riskli.

Böylesi bir dönemde kitabı, e- kitaptan okuyup bitirmenin keyfini unutamam. Benim eksik olan duygum, kitabın kokusu yoktu. Sonrasında, alıp kitaplığıma koyamadım. Aklıma gelen bir yerini yeniden okumak için ona bakamadım. Ancak, o kitabı zamanında okuyup bitirdim ve çok mutlu hissettim.

Kitap okurken elbette ki asıl olan okumaktır. Yenilikler olmalıdır da. Dijital dünyanın kazandırdıklarının yanında, kaybettirdiklerini hesaplayarak gitmekte yarar var. Okuma alışkanlığı edindirmek istediğimiz çocuklar ve gençlerde etkisi nedir, ona bakmak gerek. E-kitap okuyan bir çocuğu, masal okurken izlemek gerek. Çocuklar için her şey düşünülmüş, seslendirmeler; hayvan sesleri, insan sesleri, yolda yürürken çıkan sesler, hayal kurmaya gerek yok, onlar zaten çocuklarımızın elinin altında. Tıpkı son sistem oyuncakları gibiler. Peki birçok şeyin hayalle gerçekleştiğini var saydığımızda, bizler acaba teknolojiyle çocuklarımızın hayallerini çalıyor olabilir miyiz?

İngiltere’de Hachett yayınevi başkanı Arnaud Novrry bir röportajda; “e- kitapların elektronik olması dışında, baskı ile aynı şey olduğunu, hiçbir yaratıcılık göstermediğini söyleyip, e- kitapları ‘aptal’ bir ürün olarak değerlendirmiştir.” Bununla birlikte günümüzde e- kitaplar söylenilenden çok daha fazla gelişmiştir. Okuyucular, istedikleri kitaba hızlı ulaşabilmelerinin yanı sıra, okumalarda boşluklara not almalardan tutun da çevrim içi okuyanlarla aynı kitap üzerine konuşabilecek kadar teknolojik konfora ulaşmışlardır.

Hayatımızda teknolojinin varlığını reddedemeyiz. Ancak, hayalleri çalınmamış bir nesil yetiştirmek istiyorsak; hiç değilse çocuklarımızı koruyabilmek adına, e- kitaplardan belki bir süreliğine daha uzak tutmalıyız.

 

 

Devamı
HERKESİN YAZDIĞI KİMSENİN OKUMADIĞI KİTAPLAR

Bazı kitaplar okunmaz. Okunmamak için yazılmış kitaplar da vardır.

İyi yazmak için şüphesiz hepimizin bildiği gibi, öncelikle iyi okur olmak gerek. Peki iyi okur nasıl olur?

“İyi okur” bir kitabı alırken nelere dikkat eder?

Kitaplarını nereden alır?

Kitabın kapağı okuyucuya neyi ifade eder? Ya da kapak okuyucu için önemli midir?

Arka kapak yazılarını okur mu? Neden?

Kitaplar için reklam gerekli mi? Reklamı olmayan kitabı alır mı iyi bir okuyucu?

Yazarla iletişime geçmek ister mi?

Bunu ben de yazabilirdim mi, yoksa ben bunu yazamazdım hissi uyandıran kitap mı daha çekicidir?

Okuyucu İmza gününde karşılaştığı yazara, beğenmediği kitabıyla ilgili yorum yapar mı?

Şüphesiz ki iyi bir okur, bu saydığımız meziyetlere veya en az birkaç maddesine muhatap olan kişilerdir.

Bir de tabi ki kategorilere ayrılmış kitap listeleri vardır. Kim neyi tercih eder gibi. Ölmeden önce okunması gereken yüz kitap mı dersiniz, kütüphanede olması gereken eserler mi dersiniz?

Diğer yandan, iyi bir okurun özellikle bazı yazarlarla yolunun kesişmesi kaçınılmazdır. Dostoyevski, Kafka gibi (bu liste kişisel eğilimlerimize göre uzayabildiğince uzar gider)…

Ama, genel olarak okuyucuyu hiçbir kategoriye koyamazsınız. Okumaya meftun biri varsa karşınızda, her türden okumayı deneyecektir. Fakat, zaman değerli, okuyucuyu kötü kitaplara maruz bırakmaksa, haksızlık.

Yazma işi ise gerçekten zor ve meşakkatli bir eylemdir. Birikim, araştırma, emek gerektirir. Günümüzde parası olan herkesin yazdığı kitaplar; en çok satanlar arasında listelere girerken, en iyi ve okunması gereken kitaplar raflarda alıcısını bekliyor.

Kitabının editörlüğünü yaptığım bir yazarımızla kitabı üzerinde konuşurken bana, “sade bir dille, konuştuğumuz dille yazıyorum. Herkes okusun okuduğunu anlasın” diyerek samimi bir dille meramını anlatmıştı. Kitap çok iyiydi. Gerçekten de sade bir dille yazılmıştı. Ben ona, “keşke zengin dilimizle yazsanız, sokakta zaten bu dili konuşuyoruz ve çok az kelime biliyoruz. Zengin dilimizi nereden öğreneceğiz siz değerli yazarlarımız olmasa?” diyerek öneride bulunmuştum.

Aklıma, binlerce kitap okuduğunu söyleyen ve onlarca kitabı olan Bülent Akyürek geldi. Yüz yirmi sekiz sayfalık, içinde yazı olmayan bir kitap bastıran Akyürek şu sözlerle bugünkü yazarlara tepkisini gösteriyor; “Kitabın kapağı var mı? Var. Arka kapağı da var. Yazarın ismi de var. Ama 128 sayfalık bir kitabın içinde hiç yazı yok. Yani sayfalar tamamen boş. İsteyen istediğini yazabilir. İsteyen hiçbir şey yazmadan sayfaları çevirerek düşünebilir. İsteyen uygun bulduğu bir olayı düşünerek bu kitap sayfalarını çevirebilir. İsteyen boş geçen derslerin boş ders kitabı olarak kullanabilir. Bunları tamamen okuyucunun hayal gücüne, yaratma gücüne, düşünce dünyasına bıraktım. Her gün o kadar içi boş kitap çıkıyor, benim kitaplarım da boş çıksa ne olur? Bunu benim yazısı olmayan ama düşündüren, hayal ettiren kitaplarım; yazısı olup düşündürmeyen kitaplara karşı bir tepkim, bir protestom olarak da görebilirsiniz. Bedri Baykam gibi çok usta bir ressam yalnızca çerçeveden ibaret boş bir tabloyu bilmem kaç bin liraya nasıl sattıysa ben de aynısını yapıyorum. Demek ki alıcıları var, talep var…”

Binlerce kitap okumuş birinin bu sözleri söyleyerek haklı tepkisi dikkat çekici.

Yazma eylemine girmiş kişilere gelince de, aklıma Yaşar Kemal geliyor. Sıkı bir Stendhal hayranı olan Yaşar Kemal, kitaplarını yazmadan önce Stendhal’ın tüm kitaplarını yeniden okuyarak eserlerini kaleme alıyor. İyi bir yazar, kitabın ön hazırlık dönemi hariç, sadece yazmaya başlayıp kitabı bitirdiğinde günlük yazma ortalaması yarım ile bir sayfayı geçmez. Düşünün, dünya edebiyatına baş yapıtlar kazandıran yazarlar, günde sadece yarım sayfa ortalama yazı yazıyorlar. Böylesine zor bir eylemden bahsediyoruz. Bugünkü eline kalem alan herkesin yazarak popüler olduğu, ancak bu kitapların ya okunmadığı, okunsa da akılda kalmadığı bir süre sonra ne yazarının ne kitabın adı dahi hatırlanmadığı bir baskı çöplüğüne dönüşeceği aşikardır.

Okuduğumuz kitapları seçerken, daha ince elemeli, sık dokumalıyız. “Boş” bir kitap okuduğumuzda, sadece sıradan bir okuma yapmıyoruz, aynı zamanda zihnimize gereksiz bilgiler dolduruyoruz. Bu gereksiz bilgiler yüzünden, sonraki seçimlerimiz de, yanlış olabiliyor.

Kitap alırken, yazarına, yazarın kim olduğuna, biyografisine, önceki eserlerine, eleştirilere, referans olan kişilere, konusuna, konu anlatımındaki genişliğe, özellikle dilimizin kullanılış şekline dikkat etmeliyiz. Böyle yöntemle seçim yaptığımızda, nakış nakış işleyerek yazılan kitaplarda, sonsuz güzellikler vardır, kalıcılık vardır. İşte biz bunlara “eser” diyoruz.

Devamı
BENİM AMERİKAN HAYALİM

Benim Amerika’m bir hayal, rüya, bir ulaşılmaz aşk;

Bir John Wayne filminde başrol. O günlerden bu günlere Amerika’nın gücü, dünyaya yaptığı iyilikler…

Bir romantik Hollywood filmi. “Alice Harikalar Diyarında” ki gibi bir masal…

Zenginliğin, ihtişamın, huzurun yeridir belki. Bir Amerikan rüyasıdır. Orada her gün bir şehit haberi duymazsınız. Bir şehit çocuğu bayrağa sarılı tabutu öpmez, içinde babasının olduğunu anlamadan. Oradaki asker babalar kahramandır, başka ülkelerdeki asker babaları öldürüp gelmiş, sevinçle karşılanmıştır.

Benim Amerika hayalim bir ihanettir aynı zamanda;

Merak edene Suriye ve Yemen’i anlatırım. En yakın zamanlardan. Öncesinde olanları unutmak istediğimiz balık hafızalarımızla. Halep’te varil bombalarından saçılmış, yaralanmış ya da parçalanmış bebek cesetlerini hatırlatırım, hafızalara kazıyarak.

***

Benim Amerika hayalim, hüzünlü bir hayal kırıklığı;

Çocuklarımı orada okutup, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracağım. Beyniyle kendi ülkesinde bir şey yapamadığı için göç etmesi gereken bir rüya ülke. Başkalarının teriyle kazanılmış bir uygarlık zaferinden geriye kalmış bir bilgelik, bir demokratik ülke. New York gökdelenleri karşısında bir sitem.

Benim Amerika hayalim bir ön yargı;

Dünyada neler olduğunu umursamayan, kendi dışındakilere yaşama hakkı tanımayan bir zihniyet. Hatta dünyada olanlara sebebiyet veren bir vahşet. Belki de ilk kez bunun ne olduğunu çarşamba günü, bizzat az da olsa yaşadılar Washington’da…

Benim Amerika hayalim bir rüya; bir Hollywood filmi kadar romantik ve ulaşılmaz.

Benim Amerika hayalim bir gerçek; Ortadoğu’da olanlar kadar acımasız ve vahşi.

 

Devamı
KADIN CİNAYETLERİNİN SİYASİ AYAĞI

Yeni bir yıla girerken nelerin değişmesini istiyoruz, saymakla bitmez. Yeni yıl bunları halleder mi bilmiyoruz. Sanki, olumsuzlukların tek müsebbibi yıllarmış gibi. Covid belasından başka, sanırım, en çok istediğimiz şeylerden biri de, kadın cinayetlerinin son bulması şüphesiz.

Hemen hemen her gün üç kadından biri şiddete maruz kalıyor. Şimdi, istatistikler ve resmi rakamları yazmak istemiyorum, ancak “ülkemizde kadın olmak zor” sözü de çok doğru gelmiyor. Dünyada kadın olmak sözü çok daha gerçekçi. Ya da sadece kadın olmak…

BM raporunda Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yayımladığı bir rapora da atıfta bulunuluyor. Bu rapora göre sınırlı bir eğitim görmüş, çocukluğunda istismara uğramış, annesinin aile içi şiddete maruz kalmasına şahit olmuş, aşırı alkol tüketen, şiddet kullanılmasını normalleştiren davranışlar sergileyen ve kadınlar üzerinde hak görme anlayışına sahip erkeklerin şiddete başvurması çok daha büyük olasılık.” Birçok kadın herkesin gözü önünde şiddete maruz kalıyor. Üstelik yardım talep etmiş kadınlar ve suç duyurusunda bulunanlar da oldukça fazla.

Dünya gündeminde ülkemizde olduğu kadar önemli bir sorun, kadına şiddet ve cinayet. Avrupa’da şiddetin en yoğun olduğu ülke Almanya. Diğer Avrupa ülkeleri ve Kanada’da da rakamlar oldukça endişe verici. Bunda cezaların az olması da etkili şüphesiz. Cezaları iki kat arttıran İtalya, bu konuda az da olsa başarı göstermiş ve cinayetlerin sayısını yarıya düşürebilmiştir.

Türkiye’de kadın cinayetleri ne yazık ki hiçbir çözüme ulaşmış değil. Kanun bizde değişse, cezalar artsa, bir yararı olur mu? Şüphesiz, kanunların yaptırım gücü var, ancak; bizde bir de her konunun siyasi bir ayağı var! Son günlerdeki cinayetlerde, olayın ilk anlarında, iktidar kimi koruyor yaygarası çıktı. Sonra, katilin annesinin muhalefet partisinde yönetici olduğu anlaşıldı. Bütün o bağırıp, çağıran medya sessizliğe büründü. Bir insan öldü, bir kadın! Böylesi çifte standarda haykırmak geliyor içimden. Bir insan ölüyor. Bir cani var ortada. Kanun var. Medya var…

İktidar olmuş, başka parti olmuş susmayacaksınız!

Siyasette, ekonomide her şeyde taraf olun, ancak bu insan hayatı, vicdanınız sızlasın.

Her şey güzel olmayacak. Kötüler yine var olacak, mazlumlar kıyamete kadar zulüm görecek, iyi insanların sessizliği yüzünden…  

 

Devamı
BİZ SENİN YAŞINDAYKEN

Gençlerle sohbet ederken, cıvıl cıvıl halleriyle gülümseyerek bakan muzur bakışlarının altında neler düşündüklerini, az sonra ne soracaklarını tahmin edemiyorum hiçbir zaman.

Bazen öğrencilerimin okullarıyla ilgili bir konuyu konuşmaya başladığımda, önceden hazırlanmış onların menfaatine yapılmış bir araştırma konusunda bile, karşımda “sıkı” hazırlanmış, hatta beni didikleyen bir gençle karşılaşabiliyorum. Evde de hakeza durum aynı.

Kitap okuma konusunda genellikle bizim kuşağa göre zayıf buluruz birçoğunu. Evet bizler belki teknolojiyi çok geç yakaladık, bununla birlikte çok güzel kitaplar okuduk. Onlar da hem teknolojiyi kullanıyorlar hem de kitapları güzel okuyorlar belki. Hem öyle olmasa hiç beklemediğimiz yerden, beklemediğimiz şekilde bizi punduna getirebilirler miydi?

 Her sözümüzde “biz sizin yaşınızdayken” diyerek başladığımız konuşmalarda, unuturuz hep bizimle böyle konuşanlardan ne kadar sıkıldığımızı. Her kuşak kendini bir sonraki kuşaktan daha şanssız ve daha olgun görse de yaşanan duygular, heyecanlar, hareket alanı hep aynı değil mi? Sizce de benzerlikler yok mu?

Bazen üniversiteli gençlerin katıldığı oturumları izlerim. Hatta bundan büyük keyif alırım. Bir siyasetçi, bir yazar ya da bir gazeteci olsun karşılarında, hiç fark etmez, eleştirmenlere taş çıkartacak yorumlar yaparak, oturdukları koltuklarda kendilerine gülümseyerek bakan bir siyasetçiyi nasıl terlettiklerine şahit oluruz.

Dışarıda kot pantolon ve tişörtle rahat ve sorumsuzlarmış gibi gezen bu gençlerin, bu kadar ciddi platformlarda, böylesi güzel performans sergilemeleri umut verici değil de nedir?

Onları gülümseyerek izlerken, aslında hepimiz kendi gençliğimizi yaşıyoruz bir yerde. Cep telefonlarının, internetin, televizyon kumandasının olmadığı bir dünyada olsa bile.

Dünyaları kurtaracağımızı sandığımız, anne babalarımızın bir şey bilmediğini düşündüğümüz dönemler. Kişilik ve düşüncelerimizin de şekillendiği, aslında birçok yönden henüz temiz ve çok masum olduğumuz zamanlar.

Onlara bakarken; çoğu zaman gelecekte nerelerde olacaklarını görmek ister gibi gözlerimi kocaman açarak, hayret ve hayranlıkla izliyorum. İşte onların da tıpkı bizlerin bir zamanlar istediği gibi, bizden beklentileri sadece anlaşılmak olmalı. Bizlere zaman zaman yaşattıkları güçlüklere rağmen, bizim onlara, onların bize olduğundan çok daha fazla ihtiyacımız var.

 

 

 

 

 

Gençlerle sohbet ederken, cıvıl cıvıl halleriyle gülümseyerek bakan muzur bakışlarının altında neler düşündüklerini, az sonra ne soracaklarını tahmin edemiyorum hiçbir zaman.

Bazen öğrencilerimin okullarıyla ilgili bir konuyu konuşmaya başladığımda, önceden hazırlanmış onların menfaatine yapılmış bir araştırma konusunda bile, karşımda “sıkı” hazırlanmış, hatta beni didikleyen bir gençle karşılaşabiliyorum. Evde de hakeza durum aynı.

Kitap okuma konusunda genellikle bizim kuşağa göre zayıf buluruz birçoğunu. Evet bizler belki teknolojiyi çok geç yakaladık, bununla birlikte çok güzel kitaplar okuduk. Onlar da hem teknolojiyi kullanıyorlar hem de kitapları güzel okuyorlar belki. Hem öyle olmasa hiç beklemediğimiz yerden, beklemediğimiz şekilde bizi punduna getirebilirler miydi?

 Her sözümüzde “biz sizin yaşınızdayken” diyerek başladığımız konuşmalarda, unuturuz hep bizimle böyle konuşanlardan ne kadar sıkıldığımızı. Her kuşak kendini bir sonraki kuşaktan daha şanssız ve daha olgun görse de yaşanan duygular, heyecanlar, hareket alanı hep aynı değil mi? Sizce de benzerlikler yok mu?

Bazen üniversiteli gençlerin katıldığı oturumları izlerim. Hatta bundan büyük keyif alırım. Bir siyasetçi, bir yazar ya da bir gazeteci olsun karşılarında, hiç fark etmez, eleştirmenlere taş çıkartacak yorumlar yaparak, oturdukları koltuklarda kendilerine gülümseyerek bakan bir siyasetçiyi nasıl terlettiklerine şahit oluruz.

Dışarıda kot pantolon ve tişörtle rahat ve sorumsuzlarmış gibi gezen bu gençlerin, bu kadar ciddi platformlarda, böylesi güzel performans sergilemeleri umut verici değil de nedir?

Onları gülümseyerek izlerken, aslında hepimiz kendi gençliğimizi yaşıyoruz bir yerde. Cep telefonlarının, internetin, televizyon kumandasının olmadığı bir dünyada olsa bile.

Dünyaları kurtaracağımızı sandığımız, anne babalarımızın bir şey bilmediğini düşündüğümüz dönemler. Kişilik ve düşüncelerimizin de şekillendiği, aslında birçok yönden henüz temiz ve çok masum olduğumuz zamanlar.

Onlara bakarken; çoğu zaman gelecekte nerelerde olacaklarını görmek ister gibi gözlerimi kocaman açarak, hayret ve hayranlıkla izliyorum. İşte onların da tıpkı bizlerin bir zamanlar istediği gibi, bizden beklentileri sadece anlaşılmak olmalı. Bizlere zaman zaman yaşattıkları güçlüklere rağmen, bizim onlara, onların bize olduğundan çok daha fazla ihtiyacımız var.

 

 

 

 

 

 

Devamı
UNUTMAK İÇİN HATIRLADIKLARIM

Dalgın gözlerle film afişlerine bakıyorum. Eski filmler, Türk filmleriEdiz Hun, Hülya Koçyiğit… Hülya Koçyiğit hüzünlü gözlerle karşıya bakıyor, Ediz Hun da üzgün ve aşkla Hülya’ya.

Bilmem kaç yıl olmuş izlediğim, hatırlamaya çalışıyorum. Ediz Hun’un gözlerinden giriyorum zaman tüneline, tıpkı Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacındaki gibi ilerliyorum…

Üç küçük çocuk görüyorum, köy yerinde, harman zamanı, tüm gün saman balyaları arasında yuvarlanmış. Terle, saman saçlarına, başlarına bulaşmış. En doğalından oyunun, keyfin, çocukluğun dibine vurulmuş. Akşam olduğunda yemeklerini yedikleri gibi, kimisi olduğu yerde uyumuş kimisi mızmızlanmakta. Az biraz büyük olanlar sokağa atmış kendini, oyuna doyamamış yaz akşamı serinliğinde…

Tüm gün istediğin zaman yemek bulamazdın, ama açta kalmazsın, eğer çok acıktıysan, ekmeğin üzerine önce tereyağı, üzerine toz şeker, şanslıysan ve vakit varsa, reçel bile bulabilirsin. Hem ne reçeller; vişne, çilek, ayva, gül, hepsi kışa hazırlık. Ama, bazen kıyamaz sürerler ekmeğe, yaz olsa da.

Televizyon çok yaygın değil o zamanlar, hele ki bir köyde elektrik bile kısıtlı verilirken, televizyonu düşünmek hayal, ancak köy kahvelerinde olurdu televizyon.

En güzel Türk filmlerini köy kahvelerinde izledim ben. Sigara dumanı içinde, asırlık ağaçların tüm gün gölgelediği köy kahvesi. Akşam olduğunda ve televizyon yayını başladığında. Sanırım, haftada bir gün olurdu Türk filmleri ve o günleri ezbere bilirdik. Kahvenin kapısında birkaç çocukla birlikte, gözlerimizi dikmiş bir sahnesini bile kaçırmaya korkarak izlerdik.

En çok köy kahvelerinde sevdim Türk filmlerini, en çok hatırladıklarım onlardı. İnsaflı bir amca eğer bizim farkımıza varırsa, zorla sandalyeye oturtur izletir, kimse fark etmezse o zaman tüm filmi ayakta izlerdik, bazen yorgunluktan sandalyeye yaslanarak.

En çok köy kahvesinde sevdim Türk filmlerini, yumurcağı, Filiz Akın’ı, Türkan Şoray’ı, bir başkaydı bizim çocukluğumuz. Yorulsak bile sevdiğimiz şeyleri yapardık. Uykumuzdan fedakârlık ederek.

En çok çocukluğumda sevdim o filmleri. Uykusuzluktan yatağa koşarak ve korkarak gelirdik, çünkü annelerimizin geç olduğu için filmi yarıda bıraktırma ihtimali vardı. Ve çok kez başımıza gelmiştir. Yarım kalan filmleri hayalimizde tamamlardık. Hep mutlu sonla bitirirdik.

Bugüne geldiğimizde, o günleri düşündüğümüzde, hafızamızın bugünkü zaaflarında o gereksiz bilgilerin parmağı var zannediyoruz.

Üstelik bazı anılar bu kadar masum da değil.

O kötü anıları silebilsem, açılacak boşluğa daha yararlı olanları koyabileceğim sanki. Aslında kötü hatıralar olmasa biz ne kadar biz olabiliriz ki?

Unutma yeteneğine sahip insanlar tanıdım, gıpta ettim zaman zaman. Örneğin sizi yerle bir ettikleri sözleri hatırlamıyorlardı bile, verdikleri sözleri, birlikte alınan kararları, belki birlikte dinlenmiş şarkıları, hatta filmleri bile hatırlamıyorlardı. Hafızaları pırıl pırıl, tıpkı benim çocukluğumda mutlu sonla bitirdiğim Türk filmleri gibi, unutmanın ve anıların ötesinde mutlu mesut yaşıyorlar…

 

 

 

 

Devamı
TACİZ TECAVÜZ

Onurlu ve sağlıklı yaşayabilmek için bazı değerlere ihtiyacımız vardır. Bunların neler olduğunu kendi başınıza, eşinizin, kız kardeşinizin, çok yakınınızdan birinin başına geldiğinde, kısacası maruz kaldığınızda anlarsınız.

Taciz, tecavüz, cinayet… Bir insanı öldürmekle, onun gelecekteki yaşamını karartmanın, duygularını öldürmenin ya da nefret duygusunu ruhunda yaralı bir şekilde taşımanın, çok da farkı yoktur.

Bu hakkı hiç kimseden soramazsınız, muhatabından başka. Mağdur olduğu halde, utançla başını önünde tutan birinden, ne yaşadığını yalnız o bilebilir.  

Şimdi bu yazıyı da zamanlama, bilmem ne diye bir taraf eylemeyin. Hemen buna cevap olarak Ensar vakfını da dayatmayın. Taciz tacizdir, tecavüz tecavüzdür. İdeoloji seçmiyoruz.

Her gün; çoluk, çocuk, kadın, kardeş yollarda bu sapıklarla bir aradayız. Üstelik bunları şu gruptan, bu partiden diye ayırabilme şansımız da yok. İnsanların ikinci bir yüzü olduğunu, o ikinci yüzlerini görmeden bilemiyoruz ne yazık ki… Ancak bildiğimiz bir şey varsa o da, sırf ideoloji için bunların saklanması, ört bas edilmesi. Ortalık bu kadar çalkalanırken, herkes yaptıklarıyla yüzleşmeli. Çünkü, bu bir hata değil, ahlaksızlıktır.

Bir ülkenin aydınları; edebiyatçıları, siyasetçileri, topluma örnek olması gereken kişileri. Hele ki sizler bu suçu bile isteye işliyorsunuz. Bu ne ahlaksızlık!  Bu ne namussuzluk!

Bir çift lafım da bu kadın derneklerine; neden sessizsiniz? Susmak kabullenmektir. Umarım, bu konuda daha fazla sesinizi çıkarıp, geri adım atmazsınız.

Bir yazar çıkıyor özür dilerken; eril faillik diye süslü bir cümle kurarak, hedef şaşırtıyor. Bir başka yazar intihar ediyor. Sesler yükseliyor. Siz konuştukça onların uykusu kaçıyor. “Acaba beni de ifşa ederler mi?” diye.

Taciz ve tecavüz gibi ahlaksızca yaklaşımları, çapkınlık olarak gören bir güruhla karşı karşıyayız. Bir de kendilerine ilginç adlar buluyorlar, flörtöz, eril faillik, çapkınlık vs. Bu arada eril faillik, bilmeden farkında olmadan demekmiş. Bu nasıl oluyorsa…

Utanç duygusu, bazı suçları engelleyebilir. Ya da tedavi şekli her neyse bir kişinin dahi canını yakmadan buna çözüm bulunabilir. Kadınların ya da çocukların susmasıyla olanları engelleyemeyiz. Birileri cesaret edecek. Şimdiki gibi. Hiçbir suç cezasız kalmamalı…

Adalet herkese gereklidir. Bugün sustuklarımız, yarın bizim çığlıklarımız olabilir. Ne bugüne kadar olanlar ne de bundan sonra olacaklar için susmayalım…

 

Devamı
BİR COVİT 19 MAĞDURU

George Orwell, 1984 kitabında sanki bugünü anlatmış:

- Çalışmaktan başka her şey yasaklanmıştı. Sokakta yürümek, eğlenmek, şarkı söylemek, dans etmek, buluşmak, her şey yasaklanmıştı.

Kitaplar her şeyi bilir. Kitaplarda bugünleri anlatan o kadar çok şey okuduk ki, neredeyse içimizden “biz bunu biliyoruz” diyeceğiz. Yıllar önce yazılmış bir alıntıyla bugüne gelmek istiyorum. Bugün, bu Kovit-19 belasına yakalanmış biri olarak, şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmiyorum. Her gün birileri arayıp yeni terkipler veriyor. Bağışıklığı güçlü tutacakmışız. Her denileni yapmalı mıyız? Verilen ilacı almalı mıyız? Gelen aşıyı yaptırmalı mıyız? Devlete güvenmeli miyiz? Tüm insanlar gibi ben de sordum bunları kendime.

Yaşadığımız şu günler; birbirimizden kaçarak, birbirimize şüpheyle bakarak geçirdiğimiz aylar, bizim gibi temasla yaşayan bir toplum için ne kadar da zor. Biz birbirimize her temas ettiğimizde, güç mü alıyorduk acaba? Gizli bir bağ mı vardı bu alışkanlıklarımızda? Şimdi ne oldu da her şeyden şüphe eder olduk? Bizi nasıl bu hale getirdiler. Örneğin; her yıl grip olurduk bu aylarda, defalarca ateşler içinde yatar, ilaç aldığımızda iyileşeceğimizi bilirdik. Şimdi grip yok. Ne oldu bizim gribe? En ufak bir belirtide Kovit-19 teşhisi konuluyor.

Bunu bir ben mi sorguluyorum? Bence hayır, herkesin aklı en az benim kadar bu sorularla karışmış durumda.

Peki ne yapalım? Biz maske takalım, mesafeye uyalım, kurallara her şeye riayet edelim. Dışarıda canlı bomba gibi gezen yüzlercesini ne yapalım? Tamam, siz, yine inanmayın ne devlete ne bilime ne olanlara…

Ölen insanlara ne diyeceksiniz? Onlar zaten ölecek miydi? Ya da siz bu dünyadan değilsiniz de bu kuralları hiçe mi sayıyorsunuz? Siz kural tanımadığınız için mi hayatta kalacaksınız acaba?

Her şey bir yana, oyunlar var mıdır? Yok mudur? Bunları düşünmeyi sonraya bırakalım da bu illet başımızdan gidene kadar yaşadığımız tecrübelere bakarak maske, mesafe ve hijyene uyalım.

Kendimizi, ailemizi, milletimizi koruyalım.

Önce kendimizden başlayarak yapalım bunu.

Tarih bizi; “toplum korunmayı reddetti ve ölümler gerçekleşti” diye okumamalı…

 

 

 

Devamı
HAYVANLARI SEVERKEN

İnsan hakları, hayvan hakları, kadın hakları…

Neyin hakkından söz ediyorsak, onu eksik yapıyoruz sanki. Vicdan merhamet olmayınca kalpte, istediğiniz kadar kanun, hak konsun. İşte günümüzde olduğu gibi, çok da bir işe yaramıyor.

Aslında, biraz hayvan severlerden bahsetmek istiyorum ben. Kimdir bu hayvan severler? Son yıllarda bu kadar sorunların, dertlerin üstüne bir de sanki hayvan sever olmayanlar, hayvan düşmanı gibi algılanıyor. En basitinden bir deprem yaşadık. ‘İşte sizin o eziyet ettiğiniz köpekler, enkazda sizden çok yardım ediyor.’ Ya da insanlarla hayvanların kıyaslanması. Yahu bu kadar zor mu sevgi? İnsanı da sev hayvanı da ne olacak.

İnsanları sevmeyen hayvan severleri de anlamıyorum. Onlar da tıpkı hayvanlara eziyet eden insanlar gibiler. Sevgileri kısıtlı. Kiminin yalnız insana sevgisi kiminin hayvana.

Bir de sevgisini gösterebilen veyahut gösteremeyen kişiler var. Kimi kucağında köpeği gezdirir, ona mamalar alır, resimleri sosyal medyada paylaşır. Sonra sıkılıp terk eder. Kimisi de dokunamaz doyurur, merhamet eder.

Herkesin fikrine saygı duymak öyle de zor ki, işkence neredeyse…

Şimdi, hayvan severler bu yazımı yanlış anlamazlar umarım. Belediyeler ve veterinerler, bu şuursuzca hayvan severlerle gerçekten zorlanarak mücadele ediyorlar. Asıl olan, insanların doğayı katletmesi sonucunda, hayvanların zor durumlarda kalmaları. Dünya kurulduğundan beri var olan hayvanlara sevgi gösterisi, şehirleşmenin ortaya çıkmasıyla sorun teşkil etmeye başladı.

Herkes hayvan sahiplenmek istemeyebilir. Ancak zulüm etmemeliler. Eğer, bir hayvanı da sahiplendiyseniz, onu artık terk edemezsiniz. Bunu göz önüne alarak sahiplenmelisiniz.

Yaşamın tek olduğunu, yaşayan tüm canlıların ortak bir kökeni olduğunu ve türlerin evrimi yönünde farklılaştığını, yaşayan tüm canlıların doğal hakları olduğunu ve sinir sistemi olan her canlının kendine özgü hakları olduğunu, hiçbir canlının ‘bu insandır, bu hayvandır, bu hayvan yararsızdır’ gibi ötelemelerle bir başkası üzerine hakimiyet kılma hakkı olmadığını bilerek yaşamalıyız, bize bahşedilen ortak dünyamızda.

Merhamet gibi güzel bir duygumuz var. Bazen, hayvanlar bizden çok daha güzel gösteriyorlar bu duygularını. Sevgi, merhamet, kimseden bir şey götürmez. Bilakis, kazancımız daha büyük bir geri dönüşüm olur.

Sevgimizi, merhametimizi, esirgemeyelim; bu malum günlerde sevgimizi göstermenin farklı yollarını bularak, zenginleştirelim.

Ayırmadan, ötekileştirmeden.  

Devamı
BİBLİYOTERAPİ

 Siz hiç kütüphaneye gittiğinizde orada olma sebebini bir an için unutup, insanların yüzlerindeki ifadeyi incelediniz mi? Eğer bugüne kadar yapmadıysanız, ilk gittiğinizde hatırlayıp yapın bunu.

 Eski Yunan’da bir kütüphanenin kapısında şöyle yazar; “insanın ruhunun iyileştirildiği yer.” Sokaklarda insanların yüzlerini incelediğimizde, farklı ifadeler göreceğimiz şüphesiz. Ancak bir kütüphaneye girdiğinizde, genelde insanların benzer ifadeleri vardır. Belki abarttığımız gibi hepsi mutlu görünmez. Bununla birlikte mutsuz görünen biriyle karşılaşmayacağımızı biliriz.

Okuma yazmayı ilk öğrendiğimiz anlardan itibaren, farklı dünyaya bir pencere açılır. Bambaşka zihinlerin dünyasına, sonsuz fikirlerin yedi kat alemlerine yolculuk edebileceğimiz pencereler. İşte bu pencerelerden birinden bakarken bulabileceğimiz bir “bilgi” daha. “Bibliyoterapi “

Bu kelimeyi aramızda duymayanlar olabilir.  Bibliyoterapi; bireylerin problemlerini çözmede ya da kendilerini daha iyi hissedip anlamalarında edebi eserlerden yararlanmasını sağlayan bir sürecin ya da etkinliğin adıdır. Kitapların insan psikolojisi üzerinde iyileştirici etkisi olduğu çok uzun zaman önce kanıtlanmış iddasıyla; hatta bununla ilgili bireysel ve grup seansları yapılmış, yapılmakta ve iyileştirici etkisi olan kitap listeleri tanımlanmaktadır. Bibliyoterapi üç ana temelden bahsedilir;

*Özdeşim ve yansıtma

*Arınma, temizlenme, rahatlama

*İç görü ve bütünleşme.

Kısacası kendimizi ifade edebilme, kendimizi affetme ve huzur. Kendi içimize bakabilme… Tüm bu kütüphane, kitap, bibliyoterapi şifa çabalarının bir anlamda anlamı, manası kendimizi bilmek, bilmeye çalışmak, anlamak. Kendimizi bildikçe iyileştiğimizi fark ederiz. İnsanın kendini bildikçe iyileşmesinin yolu, kelimeler ülkesindeki yolculuğundan geçiyor belli ki.

Herhangi bir yerde elinde kitabını açmış, okuyan biri gördüğümüzde asla tedirgin olmayız. Asla bize zarar geleceğini düşünmeyiz. Hatta kendimizi güvende hissederiz. Çünkü biliriz ki; kitap ile haşır neşir olan kişi, kimseye zarar vermez. Çok önyargılı bir görüş, biliyorum. Ama itiraf edelim ki; hepimiz böyle düşünürüz, hissederiz. Böylesine bir büyüsü vardır kitap okumanın. Ölçüdür bizim için. Kişisel ölçü, toplumsal ölçü. Aklımıza ölçü, kalbimize ölçü…

Kitap okumayı alışkanlık haline getirmiş kişiler, bir konuyu birden fazla farklı açıdan inceleme yetisine sahip olduklarından, içinde bulundukları problemlerin reçetesini de ellerinin altında taşıyan bireylerdir. Kendimiz için, ruhumuz için, bedenimiz için, çocuklarımızın ruh ve beden sağlığı için, okuyalım okutalım.

Sağlıkla, sevgiyle ve kitapla kalın…

                                                                                                                               

                                                               

Devamı